Öcalan’ın “devletle anlaştık, barış konseyi kurulacak” demesinin hemen ardından, daha kastettiğinin ne olduğunu anlayamadan PKK bir kez daha sistemli bir şekilde saldırılarını artırdı ve Türkiye’yi tam anlamıyla bir savaş ortamına sürükledi. Daha önceki örneklerde de gördüğümüz gibi bu sefer de “kana kan, intikam”cı, linççi bakış açısı ön plana çıkmaya, Türkiye’nin sağduyuyla ve serinkanlı bir şekilde bu badireyi atlatmasını arzulayanları, bu uğurda çalışanları susturmaya, hatta tasfiye etmeye çalışıyorlar.

Siyasetçiler için “artık sözün anlamı kalmadı” cümlesinin belki bir anlamı olabilir ama hayatlarının omurgasını “söz”ün oluşturduğu biz gazetecilerin, aydınların böyle bir lüksü yok, olamaz. Bu ülke Kürt sorununda “her şey konuşulsun, konuşulmalı” noktasına hiç de kolay gelmedi. Bu nedenle “yazıp çizdiklerine, konuştuklarına dikkat et!” diyen bildik ve yeniyetme faşistlerin tehditlerine boyun eğmeden doğru bildiklerimizi yazıp söylemeye devam etmeliyiz.

Çukurca saldırısının ardından, Dağlıca, Aktütün ve benzer saldırıların ardından neler yazmış olduğuma baktım. Emin olun, o yazdıklarımı, günün koşullarına uygun bazı ufak tefek düzenlemelerle yeniden yayınlayabilirim. Örneğin bugün 11 Ekim 2008 günü yine Vatan’da çıkan “Neden ilk olarak PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakması şart?” başıklı yazımın bazı bölümlerini hatırlatmak istiyorum:

“Türkiye’nin yıllardır çözemediği ve en ağır bir şekilde bedelini ödediği bu sorunun çözümü için öncelikle silahların susması ve akan kanın durması şart. Bu çatışmanın, güvenlik güçlerinin PKK’yı mutlak anlamda tasfiye etmesiyle veya örgütün can havliyle teslim olmasıyla sonuçlanabileceğine dün inanmadım, bugün hiç inanmıyorum. Önümüzde kabaca üç seçenek var:

1) İlk adım devletten gelir. PKK’ya yönelik operasyonlar durdurulur ve çözüm arzusu dile getirilir. Mesela ‘genel af’ çıkarılır. Bunun üzerine PKK da silahları bırakır.

2) Devlet ve PKK aynı anda çatışmaları sona erdirir.

3) PKK hiçbir şart koşmadan silah bırakır, bir süre sonra devlet de benzer bir adım atar.

Devlet pes eder mi?

İlk iki şıkkın hiçbir şekilde söz konusu olabileceğini sanmıyorum. Zira bunların her ikisi de bir şekilde devletin pes ettiği anlamına gelir ki Türk devlet geleneğinde böyle bir örnek bildiğim kadarıyla yok. Fakat yine aynı tarihe baktığımızda, devletin en beklenmedik anlarda alabildiğine gerçekçi davranabildiğini, kendi içinden çıkan ayaklanmaların sorumlularını kolaylıkla affedebildiğini, hatta bazı durumlarda bunları mevcut sisteme dahil etmekten çekinmediğini görüyoruz.

Her iki tarafın aynı anda adım atmasının, ancak ciddi ön müzakereler sonucunda gerçekleşebileceği ortadadır ki tıpkı önceki hükümetler gibi AKP iktidarının da PKK ile şu ya da bu şekilde masaya oturması söz konusu olamaz.

Dolayısıyla geriye tek alternatif olarak ilk adımın PKK tarafından atılması kalıyor. Peki neden ‘kayıtsız şartsız silah bırakma’?

1) Örgüt daha önce defalarca ‘ateşkes’ ilan etti ancak bir süre sonra değişik gerekçelerle bunları iptal etti. Artık ‘ateşkes’ sözcüğünün hiçbir anlamı kalmadı.

2) PKK’nın şart ileri sürmesi pazarlık anlamına geleceği için devlet tarafından asla kabul görmez. Diyelim ki herhangi bir yönetici böyle bir eğilim içine girdi, bunu Türk kamuoyuna izah edemez. Dolayısıyla ‘pazarlık’ izlenimi, çözüm yerine sorunu daha da derinleştirebilir.

3) Kaldı ki PKK’nın şart ileri sürmeye hiç ama hiç hakkı yok. Tam tersine PKK samimi olarak kalıcı bir çözüm istiyorsa, devletin ve kamuoyunun dayatabileceği şartlara ve bunları yerine getirmek için adımlar atmaya hazırlıklı olmalıdır. Kısacası PKK, yıllar içinde elde etmiş olduğunu düşündüğü bazı kazanımlar ve mevzilerden feragat edebileceğini tartışmasız bir şekilde kanıtlamadan hiçbir çözüm formülü mümkün olamaz.”

Aradan yaklaşık üç yıl geçti. Kimilerine çok safça gelebilir ancak PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakabileceğine, daha önemlisi, bu adımın ardından sahici bir çözüm süreci içine girebileceğimize bugün de, hatta daha fazla inanıyorum.