Başbakanın konuşması sert ve meydan okuyucu oldu. Siyasi açıdan bu konuşmayı Suriye'ye yönelik bir uyarı ve kararlılık olarak tercüme edebiliriz. Hatta daha fazlasını söyleyebiliriz.

Nitekim başbakanın sözleri arasındaki en önemli ve somut vurgu, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Suriye angajmanı değişmiştir" cümlesi oldu.

Bu cümle bir bakıma, "Türkiye Suriye'yi dış tehdit olarak değerlendirmeye başlamıştır. Suriye'den gelecek girişimlere, örneğin son olay gibi hadiselere, örneğin bugüne kadar pek çok sayıda gerçekleşen sınır ihlallerine, bundan böyle askeri karşılık verilecektir" anlamına geliyor.

Bu tavır bir tampon bölge ya da müdahale bölgesi oluşturmanın ilk adımı olarak da okunabilir.

Sular ısınıyor, askeri çatışma riski zamana yayılmış bir görüntü sunuyor.

Dolayısıyla endişeler karşılıksız değil.

Peki bu noktaya nasıl gelindi?

Türkiye açısından gelinen noktaya sadece Suriye'deki katliamlar yol açmış değil. Gelinen nokta aynı zamanda Türkiye'nin Ortadoğu'ya bakışındaki keskin bir değişimle ilgili.

Başbakanın dünkü konuşmasındaki şu sözlerin altını özellikle çizmek gerekir:

Ak Parti olarak 2002 yılı sonunda görevi devraldığımızda, ... ekonominin, demokratikleşmenin, dış politikanın iç içe geçmiş alanlar olduğunu, birbirini doğrudan etkilediğini ifade ettik. ... Dış politikada aktif tutum sergiledikçe ekonomimiz büyüdü. Ekonomimiz büyüyünce dış politikada elimiz güçlendi. Bu doğrudan reformlarımıza, sosyal kalkınmaya yansıdı. Hiç kimse şunu söyleyemez: Türkiye içine kapansın, yanı başında olup bitenleri seyretsin, Türkiye tribünde kalsın. Bu anlayış bizim yakın tarihimizde zaman zaman iktidara egemen olmuştur. Ama böyle dönemlerde Türkiye hiçbir ilerleme kaydedememiştir..."

Ve elbette şu sözlerinin:

"Doğu Akdeniz, Türkiye için hassasiyeti olan bir bölge haline gelmiştir. Bizim doğu Akdeniz'in genelinde haklarımız var..."

Meseleye tam da bu zaviyeden bakmakta da fayda var...

Açıktır: 2000'li yıllara kadar yerleşik dış politika, bölgede içe kapalı, uluslararası arenada ABD hattında ve oldukça edilgen, katı bir siyaseti ifade ediyordu. Kabul etmek gerekir ki bu dönem Türk dış politikasını yönlendiren, önemli ölçüde ülkenin iç sorunları ve iç tıkanıklıkları olmuştu. Kürt meselesinde, Kıbrıs'ta, adalarda, Ermenistan, Yunanistan konusunda esnek olmayan bir tutumumuz vardı. Bu sorunları fanus içinde tutacak ikili ilişkiler geliştiriyor, başka yörelerdeki gelişmelere tümüyle bu gözle bakıyor ve kulaklarımızı tıkıyorduk.

Bölgedeki otoriter düzenlerle iyi ilişki içinde olup, otoriter düzeni tercih ediyorduk.

AK Parti, bu dış politikayı temelden değiştirdi.

(Irak Kürtleri meselesinde olduğu gibi) daha esnek, (Gazze meselesinde olduğu gibi) daha aktif bir siyaset inşa etmeye soyundu.

Ve yeni dış politikanın iki kurucu ekseni oldu.

İlk eksen, yeni dış politik tutum ile ülkedeki toplumsal dönüşüm, siyasi istikrar ve ekonomik büyüme arasındaki etkileşimler önemli bir rol oynamasıydı. Nitekim bu yeni siyasi yapılanmanın en kritik noktalarından biri, bölgesinde istikrar, barış ve değişim talebi üzerine oturması, bu istikamette gelişmeleri desteklemesi ve bu istikamette yol alması oldu.

İkinci eksen ise, Türkiye'nin gerek Ortadoğu'da gerek Doğu Akdeniz'de aktif ve müdahil bir aktör olma politikasını benimsemesidir. Mısır, Tunus, Libya, Filistin, İsrail politikaları bu arayışın doğrudan sonuçlarıdır.

Suriye politikasını bir yönüyle bu çerçevede okumak gerekiyor.

Batı-İran, Şii-Sunni gerginliklerinin merkezinde Türkiye doğrudan aktör konumunu sürdürmek istiyor, AK Parti ulusal çıkarları bu istikamette tanımlıyor.

Ne var ki, istikrar ve barış ile güç ve aktif dış politika arasında ölümcül çelişkiler bulunur...

Aktif ve müdahil aktör olmak, dış politikanın ana ekseni barış ve demokrasi bile olsa, özellikle Ortadoğu gibi ebedi çatışmalar diyarında güç olmayı, güç üzerine dayalı iktidar ilişkisi kurmayı, gerekirse güç kullanmayı kaçınılmaz kılıyor...

Suriye krizi bu duruma da işaret ediyor.