Önce MİT krizi, ardından Nevruz gelişmeleri...

Her ikisi de siyasi iktidarın ülkenin kimi temel sorunlara bakışında "güvenlik değerlerine, birimlerine, politikaları"na esir olduğunu tüm çıplağıyla gösterdi.

Yasak bu politikaların önemli bir aracıdır, özünde endişeye, siyaset karşısında yenilgiye işaret eder...

O araç, yasak, 2012 Nevruz'unda devreye girdi, kutlamalar sınırlandı, tarihlendi ve sonuçta yıllardır olaysız yaşanan bu kutlamalar bu yıl Güneydoğu'dan İstanbul'a bastırma, şiddet, isyan tablolarına neden oldu.

Cengiz Çandar dün bu konuda önemli tespitlerde bulunuyordu:

"Nevruz kutlamalarının on binleri meydanlara dökeceği sezildiği için izin verilmedi. İktidarın 'güvenlikçi yaklaşımı'nın iflasının 'belgelenmemesi' istendi. Onun için izin verilmedi.

Ne oldu?

On binlerce kişi, engellemelere rağmen, meydanlara fırladı. Polisi, Kürt kitlelerinin karşısına dikmek, çatışmayı, ölümleri, yaralanmaları, kitlesel tutuklamaları, ister istemez, beraberinde getirdi.

2012 yılının Nevruz'u, Kürtlerde, Türkiye Kürtlerinin hatırı sayılır bir bölümünde 'şiddet kültürü'nü besledi. Ülkenin 'Türk kesimi'nde ise İstanbul'da tahrip edilen otobüsler, otobüs durakları, tramvaylar, otomobiller vs. görüntüleri, Kürtlere ilişkin 'tehlikeli duyarsızlık'ın katsayısını daha da arttırdı...

'Yasakçı devlet zihniyeti'nin, güvenlik güçleri aracılığıyla ve Nevruz vesilesiyle ortaya koyduğu 'şiddet', aslında BDP ile Kürtler arasında mükemmel bir 'tutkal' işlevi görmüştür (...)

KCK operasyonları ve özellikle Uludere katliamı ile Kürt halkı arasında, kendisine yönelik 'güven erozyonu'nu başlatan ve giderek zayıflayan siyasi iktidarın konumu ise üç gün öncesinden daha da zayıftır."...

Esir olmanın ötesinde, Çandar, güvenlikçi devlet politikalarının iflasını resmediyordu bu satırlarıyla...

Daha iyi askeri ve istihbarat işletmesiyle önceliği PKK'ya haddini bildirmeye vermek, Kürt siyasi hareketiyle Kürtler arasındaki bağı, baskı ve alan kontrolüyle esnetmek, Kürt siyasi hareketinin farklı birimleri arasındaki ilişkileri KCK hamleleri, tecrit girişimleriyle boğmak, ülkedeki basın faaliyetini bu çizgide bir yayıncılığa davet etmek, bu çizginin dışına çıkan etkinlik ve düşünceler üzerinde "demokles kılıcı"nı sallandırmak...

Bahar aylarıyla başlama ihtimali yüksek çatışmalar bu iklimi daha da derinleştirecek, Türkiye'yi daha derin tehlikelere sürükleyecektir...

Mithat Sancar'ın, dünkü yazısından şu satırların altını çizmek de yarar var:

"Kürt sorununda 'güvenlik politikaları'nın belirleyici olduğu bütün yollar, 1990'lara çıkar. 1990'lar ise, bu ülke için 'cehennemin öbür adıdır'. Hükümet uzun süredir bu yolu takip ediyor. Her adımda, cehenneme biraz daha yaklaşıyoruz. Uyarı levhalarını kimsenin taktığı yok. Çukurca, Uludere, MİT krizi gibi tehlikeli kavşaklar da işe yaramamış anlaşılan..."

Siyasi cehennemin pek çok tarifi var...

Bunlardan birisi, güvenlikçi politikaların, MİT krizinin gösterdiği gibi sonunda siyasi iktidarın kendisini de hedeflediği ve hedefleyeceğidir...

Bir diğeri, kan ve çatışma etrafındaki bir Kürt meselesinin devlet ve siyaset içindeki güç kavgalarında başka bir savaşın açık aracı haline gelmesi tehlikesidir.

En önemlisi siyasete inancın azalması ve çatışma havasının ülkeyi kaplamasıdır. Ve geldiğimiz durak itibariyle varacağımız bir sonraki durak simgesel olarak "Güneydoğu'nun Filistin, Türkiye'nin İsrail görüntüsüne itilmesi"dir. Yani sürekli isyan sürekli baskı...

Sancar'ın deyişiyle siyasi cehennem...