İddia büyüktü, güzeldi, hoştu. “Güç parametrelerinden hareketle “stratejik planlamalar yapılıyor,” “stratejik yetersizlik” giderilerek ülkenin “güç unsurları yeniden yorumlanıyor” ve Türkiye “ekonomi-politik, stratejik dengelerin kilidi”, Ortadoğu’da yükselen bölgesel güç oluyordu.

 

Türkiye’nin dış politikasından, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun hayallerinden söz ediyorum. Stratejik derinliğin henüz stratejik hataya dönüşmediği günlerden.

 

Türkiye, uluslararası güç merkezlerinin ve mevcut siyasi paradigmaların aşınmaya başlandığı bir dönemde kurguladığı dış politika ile hayranlık uyandırıyordu. İsrail patentli Beyaz Saray ve Brüksel onaylı kararlarla dünyaya yön vermenin zorlaştığı bir dönem için evet özgün bir politikaydı.

 

Yeni aktörler, gelişen ekonomileriyle Çin, Hindistan ile küllerinden doğan Rusya ve petro-dolar zengini Körfez ülkeleri olacaktı. Ne de olsa G-7 ülkeleri giderek etkisini yitiriyor, G-20 ülkelerinin artan etkinliği göze çarpıyor ve Amerika’da bilişim lobisi Obama marifetiyle savaş lobisini yenerek Amerikan dış politikasında kırılma yaratıyordu. Buna Amerika ve Avrupa’yı sarsan ekonomik kriz eklenince Türkiye için kapılar aralanıyor görünüyordu.

 

Dışişleri Bakanı Davutoğlu bu sürecin derin analisti olarak ortaya çıktı. Türkiye bu tarihi dönemeçte kendini Soğuk Savaş oyunlarının bir figüranı olmaktan kurtarmalı hem uluslararası alanda hem de bölgesinde özgün politikalar oluşturarak etkin olmalıydı. Türkiye artık “monşerlerin” ağırlığından kendini kurtaracak, sonuç odaklı dış politikanın aktif tarafı olacaktı. Öyle de başladı. Bakan, ”eksen kayması” eleştirilerine aldırmadı. Dünyanın Batı’dan ibaret olmadığını anlatarak geniş eksenli bir politikada diretti.

 

Sınır komşularıyla yeni ilişkiler başladı. Türkiye kendi dinamiklerini Ortadoğu dinamikleriyle pekiştirerek elindeki kartların sayısını artırmaya çalıştı. Hamas’la tüm tepkilere rağmen görüştü. One Minute tepkisi, İran’ın nükleer çalışmalarına karşı çıkılmaması bölgesel sorunlarda aktör olma isteğini yansıtıyordu.

 

Davutoğlu, “stratejik derinlikle” Türkiye’nin sosyal ve coğrafi bağlarını kullanıp ABD ve Avrupa’ya karşı bölgesel bir güç olmanın avantajını kullanmak istiyordu. Buradan devşirilecek güç, AB macerası, Kıbrıs, Ermeni sorunu, Ege'de kıta sahanlığı gibi sorunlarda rahatlık sağlayacaktı.

 

Ortadoğu’ya yönelik bölgesel dış politikada hedef PKK ile mücadelede komşu ülkelerden destek sağlayarak örgütün lojistik kaynaklarını kesmekti. Suriye ile işler yolunda gitmeye başladı. Suriye elinde tuttuğu örgüt mensuplarını teslim ederken PKK sempatizanlarına karşı operasyonlara başladı. İran, PKK ile mücadelede Türkiye’ye destek verdi. Ortak operasyonlar yapıldı. Suriye ve İran'la bu konuda sağlanmış olan birlikteliğe Irak’ın dâhil edilmesi Federe Kürdistan yönetiminin bazı çekinceler koyması nedeniyle gerçekleşmedi.

 

Barzani, Ankara'nın Irak Kürtlerinin siyasi ve ekonomik kurumsallaşmasını sağlayan adımlara şüpheyle yaklaşması, hatta yer yer bunu engelleyecek tutumlar takınarak Kerkük konusunda bildik ulusal tezlere sığınması karşısında bekle gör politikasına yöneldi.

 

Barzani ve Talabani bu noktada örgütle silahlı mücadelenin Kürtlerin yararına olmayacağını sık sık hatırlatırken Ankara'ya Kürt sorununun artık şiddetle çözülemeyeceğini vurgulayarak her iki tarafı da idare edecek açıklamalarla durumu kurtarmaya çalıştılar.

 

Avrupa ile ilişkilerde ise aşırı bir özgüven politikasına geçildi. Başbakan bir taraftan AB’ye rest çekerken bir taraftan da “bizi almalısınız” çelişkisine düştü. Türkiye’nin AB vizyonu Egemen Bağış’ın esprilerinin çapıyla sınırlı kaldı. Ermeni protokolleri imzalanmakla kaldı. Kıbrıs’ta çözüm Rauf Denktaş gibi toprağa gömüldü.

 

AB ile dış ilişkiler soğumaya bırakıldı. Libya’da tarihi hataya tekrar dönüldü. Türkiye Batı ülkelerine eklemlenme politikasından kendini kurtaramadı. Önce “ne işi var Nato’nun” diyen Türkiye sonra orada yapılacak işe ikna olacak ki müdahaleye lojistik destek sağladı. Suriye ile Bodrum’da ailecek tatillerinden, ortak kabine toplantılarından şimdi savaşın eşiğine gelmiş bulunmaktayız.

 

Evet, iddia büyüktü, güzeldi, hoştu. “Güç parametrelerinden hareketle“ stratejik planlamalar yapılıyor, “stratejik yetersizlik” giderilerek ülkenin “güç unsurları yeniden yorumlanıyor” ve Türkiye “ekonomi-politik, stratejik dengelerin kilidi” Ortadoğu’da yükselen bölgesel güç oluyordu.