Silvan saldırısının ardından yaşanan en çarpıcı gelişme, çatışmanın iki uç tarafında yer alan başrol oyuncuları ve onları destekleyenlerin, son yıllarda yaşanan diyalog ve yakınlaşma süreçlerine aykırı bir şekilde yeniden eski pozisyonlarına doğru yönelmeleri oldu.

Özellikle hükümetin “Kürt açılımı”nı ilan etmesiyle başlayan iyimser havaya bağlı olarak yaşanan, kimileri küçük birer devrim çapındaki bir yığın gelişme heder olma tehlikesiyle karşı karşıya. Öyle ki, düne kadar önlerine “çözüm”ü koyanlar, bir süredir, özellikle de Silvan’dan sonra “sorun”la iştigal ediyorlar.

Hükümet çevrelerinin bugün geldiği noktayı en iyi şu satırlar özetliyor: “Demokratikleşme arttıkça Kürt sorunu azaldı, terör boyutu hızla belirmeye ve büyümeye başladı. Bugün siyasal skalaya vurulduğunda görülecek olan budur: Önemli bir kısmı çözülmüş ve küçülen bir Kürt sorununa karşı gün geçtikçe büyüyen bir terör sorunu.” (Mustafa Karaalioğlu, Star, 17 Temmuz 2011)

Evet açılımı kaldığı yerden yeniden sürdürmesini beklediğimiz hükümetin bundan böyle öncelikli gündem maddesi, tıpkı kendisinden önceki hükümetlerin olduğu gibi, “terörle mücadele” olacağa benziyor. Önceki dönemlerden farklı olarak askerin yerine polisin alması hedefleniyor.

Asker-polis dengesi

Daha önce de yazmış olduğumuz gibi, aslında geç bile kalmış bir karar. Fakat bu geçişin hayli zaman alacağı ve sancılı olacağı kesindir. Avantajları kadar olmasa da dezavantajları olacağı da muhakkaktır. Bu arada PKK ile mücadelenin polise devri TSK’nın varolan konumunu iyice kaybetmesine ve doğal olarak küçülmesine yol açacaktır. Ordunun küçülüp polisin büyümesinin Türkiye’ye etkilerinin neler olacağını tartışmayı şimdilik erteleyerek hayati bir soru soralım: Bu mücadelenin patronu kim olacak?

Seçimlerden önce İçişleri Bakanlığı bünyesinde kurulan Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’na, özellikle istihbarat alanında koordinasyon görevi verilmişti, fakat bu kurum hiçbir zaman tam olarak ortaya çıkamadı, başındaki Muammer Güler’in milletvekili seçilmesiyle iyice unutuldu. Müsteşarlık yeni dönemde Başbakanlık’a transfer edildi. Terörle mücadelenin koordinasyonundan sorumlu Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’a bağlandı, ama şu ana kadar heyecanlanıp umutlanmamıza neden olabilecek herhangi bir kıpırtı göremedik.

Aslında soruna “güvenlik” perspektifinden bakıldığı müddetçe çözüm için umutlanmak pek mümkün değil. Eğer söz konusu müsteşarlık, “güvenlikçi” değil de “sivil” bir perspektiften olaylara bakabilse, yıllarca devletin değişik kurumlarında “terörle mücadele” konsepti altında görev yapmış, eski kafalı isimlerden arınıp genç, yenilikçi, temel hak ve özgürlüklerle demokrasiye önem veren kadrolarla donatılırsa belki bir şeyler değişebilir.

Kürt hareketinin sorumluluğu

Kuşkusuz yaşanan kötülüklerin faturasını tamamen devlete kesmek haksızlık olacaktır. PKK ve hatta BDP, Öcalan’ın yolladığı “Görüşüyoruz, anlaşmaya çok yakınız” mesajlarına rağmen bir süredir, “Hükümet bizi oyalıyor, el altından tasfiye planları yapıyor” diye düşünüyordu. BDP’nin TBMM’yi boykotu, artık BDP ile iyice iç içe geçmiş olan DTK’nın tek yanlı “demokratik özerklik” ilanı gibi tavırlar, Kürt siyasi hareketinin yasal kolunun, umulanın tersine, gerilimi azaltıcı değil artırıcı bir role soyunduğunu gösteriyor.

PKK’ya gelince, örgüt ilan ettiği “çatışmasızlık” kararına rağmen silahlı saldırılarına son vermedi. Bunları operasyonların sürmesiyle meşrulaştırmaya çalıştı ki Yüksekova’da sokak ortasında askerlerin şehit edilmesi, yol kesip asker ve devlet memurlarının kaçırılması gibi eylemlerin operasyonlar nedeniyle olmadığı, tam tersine yeni operasyonları teşvik ettiği ortadadır. Nitekim Silvan’daki saldırı, kaçırılan görevlileri kurtarmak isteyen askeri birliğe düzenlendi.

Öcalan’a gelince; PKK lideri, BDP’ye karşı acımasız davranırken PKK’ya genellikle anlayışla yaklaşıyor. Çünkü son Silvan örneğinde olduğu gibi, zarar veren silahlı eylemlerin kendi elini güçlendirdiğini düşünüyor. Öcalan’ın PKK’nın silah bırakmasını tek başına sağlayabilecek yegane kişi olduğu doğru olabilir, ancak onun bu durumu bir tür şantaj aracı olarak kullanmasının son derece rahatsızlık verici olduğu da ortadadır. Dolayısıyla Öcalan eğer samimi olarak silahlı mücadelenin sona ermesini istiyorsa, bunu kendisi için bir “silah” olarak kullanmaktan vazgeçmesi gerekir.

Görev sivil toplumda

Sonuç olarak son derece karmaşık bir sorunla karşı karşıyayız. Çok sayıda ve çıkarları birbirlerinden çok farklı aktör söz konusu. Tabii Kürt sorununun “bölgesel” bir sorun olması nedeniyle diğer ülkeler ve bölgede çıkarı olan güçleri de hesaba katmak şart. Eğer çözüm istiyorsak, yabancıları olabildiğince işin içine karıştırmadan yerli aktörlerin herbirine kendi sorumluluklarını hatırlatmalıyız. Bu sorumlulukların kesiştiği ve ayrıştığı noktalar var. Dolayısıyla öncelikle bu aktörler arasında bir koordinasyon sağlanması gerekiyor. İşte tam da bu noktada sivil toplumun devreye girmesi şart. “Sivil toplum” derken sadece Güneydoğu’dakileri kastetmiyorum. Zira bölgedeki bazı STK’ları PKK’ya karşı “dalgakıran” gibi kullanma stratejilerinin anlamsızlığı, yarardan çok zarar verdiği çoktan ortaya çıktı.

Aksi takdirde İstanbul Zeytinburnu’nda yaşananlar ülke çapına yayılabilir ve kimsenin denetleyemeyeceği felaket bir sürece sürüklenebiliriz.