Nedim Şener telefonda kısık sesle konuşuyordu. “Kusura bakma” dedi, “İçerdeyken en küçük bir ses bile, boş zeminde öyle büyüyüp yankılanıyordu ki, kısık sesle konuşmak bende alışkanlık haline geldi. Artık istesem de sesimi yükseltemiyorum.”
Tuhaf aslında, ama biz de dışarıda ne kadar bağırırsak bağıralım sesimiz öyle kalın bir duvarda ufalanıp kayboluyor ki, her şeyi yüksek tondan söylemeyi alışkanlık haline getirdik.
Liderlerimiz düşük perdeden konuşamıyor artık...
En munis yazarımız bile kaleminden öfke saçıyor.
Bağırmayan, haksız sayılıyor.
Ama sessiz çoğunluk bu gürültülü dövüşü, nicedir dili tutulmuş bir ahraz gibi, sükut içinde kenardan izliyor.
* * *
Adana’da işsiz bir anne, çocuklarına aş yetiştirememekten, soğukla baş edememekten bunalıyor. Cebindeki son 6 lirayla birkaç parça ıslak odun alıyor. Onu da yakamıyor sobada... Titreşen iki evladını saç kurutma makinesiyle ısıtmaya çalışıyor. Sonra ne geçiyorsa içinden, aniden yatak odasına geçip asıyor kendini... 6 yaşındaki oğlunun “Annem... annem...” çırpınışına koşuyor komşular...
Haberi dehşetle okuyoruz, ağlıyoruz belki, ama içimize akıyor gözyaşımız...
Ses, seda vermiyoruz.
Lüks bir alışveriş merkezi inşaatının çadırında yanan işçilere ölümünden birkaç saat sonra sigorta yapıldığı çıkıyor ortaya... “Vay namussuzlar” diye söyleniyoruz. Sonra sıradaki habere geçip unutuyoruz.
“Tarihimizin en büyük yargılaması” denilen davada birer ikişer çürütülen delillerle insanlar içerde çürütülüyor; kalabalık kayıtsız gözlerle izliyor.
Sevdikleri muhalif yazarın köşesi elinden alınıyor, hoşa gitmeyen sesler susturuluyor; okurun çıtı çıkmıyor.
Kalabalık, kafeste pineklemekten özgürlüğü unutmuş, uçmaktan korkutulmuş bir kuş gibi, mütemadiyen susuyor.
* * *
Büyük kent polisleri şehir suskunsa tedirgin olurmuş. Çünkü bu, sinsi bir hazırlık alametiymiş.
Aynı şey yatılı okulda da vardır:
Ortalık sütlimansa haytalar mutlaka bir bela hazırlığındadır.
Ya bizdeki sessizliği neye yormalı?
Asırların dilsizliğine mi?
Konuşanların başına gelenlere mi?
Tevekkül kültürüne mi?
Yoksa sükutun ikrardan gelmesine mi?
* * *
Mehmet Uzun, “Dicle’nin Yakarışı” kitabında seslere tutkun bir çocuğun öyküsünü anlatır. Duyduğu, duymadığı her sesin peşine düşen, unutulmuşların nidasına kulak veren Bıro’yu anlatırken der ki bir yerde:
”Sessizlik yorgunluktur; yorgunluk değilse kederdir; keder değilse hasrettir; hasret değilse sızıdır; sızı değilse derin bir düşünce, bir anıdır veya bütün bunlardır veya bunlardan bazıları...”
Bizim sessizliğimizin mazereti hangisi?
Yorgunluk mu?
Keder mi?
Yaşadığımız acılar mı, onlardan kalan anılar mı?
Bilmiyorum.
Bildiğim şu ki; çaresizliğin ipinde sallanan yoksul annelere, çadırda uykusunda yanan sigortasız işçilere, içeride kanıtsız çürüyen esirlere, sözü kelepçesine dönüşmüş gazetecilere bakarken, nereden geldiği belirsiz bir “tıp” sesiyle dondurulmuş gibi susuyor kitleler...
Tarih, bu tür ağır suskunlukların sonraki sayfasını iki türlü yazıyor:
Ya son ses de susturulana dek susacaklar ya da pusuya yatmış bir kent gibi, sessizliklerini biriktirip büyük bir ses doğuracaklar.