Başbakan Erdoğan’ın “Terör örgütü silahı bıraktığı anda zaten güvenlik güçlerinin de silah kullanması söz konusu olamaz” sözünü nasıl yorumlamalı? İlk bakışta Erdoğan yeni bir şey söylemiyor gibi gözüküyor ama bu cümlenin PKK’nın silah bırakması tartışmaları bağlamında önemli olduğu kanısındayım. Zira bana göre bu cümle geleneksel devlet politikasından farklı üç yaklaşımı örtük bir şekilde içeriyor:

1) Bu çatışmanın bir an önce bitmesinin istenmesi;

2) PKK’nın zorla tasfiyesinin mümkün olmadığının kabulü;

3) Çatışmanın ancak PKK’nın kendi rızasıyla silah bırakmasıyla sonlanabileceği düşüncesi.

Ancak tek bir cümlenin PKK’yı silah bırakmaya ikna etmeyeceği açıktır. Nitekim bir süredir kesilmiş gözükse de, devletin gerek örgütle, gerekse Abdullah Öcalan’la sistemli bir şekilde PKK’nın silah bırakmasının altyapısını oluşturmak için görüştüğünü biliyoruz. Ancak bu cümlenin yetmemesinin bir diğer nedeni geçmişte yaşanan kimi olaylardır. Bunlardan bazılarını sıralayacak olursak:

1) 1999’da cezaevindeki Öcalan’ın devletin bilgisi dahilinde talimat vermesi sonucu örgüt militanları ülke dışına çıkmış, ancak dönemin hükümetinin uyarısına rağmen TSK dönüş yolunda bunlardan bazılarına operasyon düzenlemişti. Bu kayıpların PKK hafızasında kötü bir yeri var.

2) Yine aynı dönemde hem Kuzey Irak’tan, hem de Avrupa’dan PKK militanları iki ayrı grup olarak güvenlik güçlerine teslim oldular ancak herbiri çok ağır cezalara çarptırılıp yıllarca hapis yattı.

3) Son Kürt açılım sırasında Habur’dan ülkeye giriş yapanlar da bir süre sonra benzer bir akıbete uğradılar.

Çokbaşlılık gerçekleri

Hükümetin, 2007 genel seçimlerinin ardından askeri vesayeti büyük ölçüde sonlandırmış olması nedeniyle “PKK silah bırakırsa operasyonlar da durur” önermesini kuşkusuz daha gerçekçi kılıyor. Fakat Dağlıca saldırısının ardından PKK içindeki “çokbaşlılığı” tartışıyoruz ancak Kürt sorunu söz konusu olduğunda devlet içinde de pekala “çokbaşlılık” olarak nitelenebilecek bir durum olduğunu pek görmek istemiyoruz. Evet asker siyasetin dışına sürüklendi sürüklenmesine ama Kürt sorununda devletin “tek ses, tek nefes” olmadığı da ortada. Bunun en açık ve çarpıcı örneğini MİT kriziyle yaşadık, gördük. Erdoğan’ın MİT müsteşarını tavizsiz bir şekilde savunmasına rağmen, bu krizin sonlanmadığını da görüyoruz.

Örneğin KCK operasyonlarını ele alalım: Erdoğan ve diğer iktidar partisi sözcülerinin bu operasyonlara karşı tutumlarının inişli-çıkışlı bir grafik izlediği malum. Yine aynı operasyonları kayıtsız şartsız destekleyen ve çözüm için tek şart olarak kimlerin dayattığı da malum. Kürt sorunlu gündemli, tarihi Erdoğan-Kılıçdaroğlu buluşmasıyla eşzamanlı olarak dışarda kalmış az sayıdaki BDP’li belediye başkanlarından bazılarının tutuklanmasının yarattığı olumsuz imaj da öyle.

Öcalan’ın rolü

Son Dağlıca saldırısının ardından gündeme getirilen PKK içinde Murat Karayılan ile Fehman Hüseyin arasında liderlik yarışı olduğu iddialarına, bunlara bağlı olarak “Hangi PKK?” diye sorulmasına itibar etmediğim biliniyor. Hüseyin’in böylesine kapsamlı bir saldırıyı Karayılan ve diğer lider kadrodan bağımsız, habersiz ve hatta onlara rağmen gerçekleştirmiş olması hiç inandırıcı gelmiyor. Bununla birlikte dünyadaki benzer örneklerde de olduğu gibi, silah bırakma kararı alması halinde örgüt içinde buna direnecek, silahlı eylemleri sürdürmek isteyecek ve sürdürecek unsurların çıkması kuvvetle muhtemeldir. Yıllardır süren bu kanlı çatışmanın sonlanmasını istemeyen iç ve dış odakların da onlara her türlü desteği vereceği muhakkaktır. Böylesi bir ihtimalin doğurabileceği zararının asgariye indirilmesi ancak Öcalan’ın silah bırakmaktan yana, açık bir şekilde devreye girmesiyle mümkün olabilir.

Ancak sorunun tek kaynağının PKK olmadığını akılda tutmalıyız. Bu bağlamda, devletin de bir an önce iç içe geçmiş olan Kürt ve PKK sorunları hakkında ortak bir duruşa sahip olması; çözümsüzlükte ısrar edenlerin etkisizleştirilmesi şart.