Avrupa Futbol Şampiyonası’nın spikerleri, oynanan futboldan memnun değil.
Milli takımların, o ülkelerin futbol takımlarından daha kötü olduğunu söylüyorlar.
Barcelona İspanya’dan, Manchester United İngiltere’den, Porto Portekiz’den daha iyi oynuyor.
Neden?
Futbol bir takım oyunu... Sürekli bir arada oynayan, düzenli antrenman yapan oyuncular, takım ruhuyla uyumlu bir oyun sergileyebiliyor.
Farklı takımların yıldızları ara sıra milli takımda buluşturulduğunda ise aynı performansı yakalayamıyor. Yani milli takım, takımların en iyilerini toplamakla “en iyi” olmuyor.
Taraftar açısından da benzer bir durum var. Seyircinin “takım duygusu”, “milli hissiyatı”ndan daha güçlü... Milli maç seyircisinde, takım taraftarının coşkusunu gözleyemiyoruz.
Bunda, küresel ölçekte milli kimliğin yerini alt kimliklerin doldurmasının rolü olsa gerek...
* * *
Şu ara çokça dillendirilen “milli dış politika” meselesi de öyle...
İlk duyuşta kulağa hoş geliyor.
Ülkeye yönelik bir saldırı var ve tüm siyasi aktörlerin, parti formalarını çıkarıp “milli refleksle” tepki vermesi bekleniyor.
Bu seferberliğe katkı vermeyen, “satılmış” ilan ediliyor.
Baskı o kadar yoğun ki, partiler kendilerini Başbakan’ın arkasında hizaya dizilmek zorunda hissediyor.
Fakat aslında destek istenen politika “milli” filan değil; iktidarın politikası...
Ve yanlışı çok...
* * *
İşte bu nedenle ben, futbolda takım maçlarını milli maçlara tercih ettiğim gibi siyasette de yekpare “milli politikalar”dan ziyade farklı parti pozisyonlarını önemsiyorum.
“Milli seferberlik” gürültüsü içinde farklı fikri boğan, eleştiri kaldırmayan, dış düşmanı tanımlarken iç düşman yaratan bir “tek ses”lilik, hataları bayraktan bir kılıfla örterken, cümbür cemaat yanlışa sürüklenme ihtimalini de güçlendiriyor.
Partilerin birbirini denetlediği, muhalefetin iktidarı dizginlediği, hatalarda uyarıp doğru adımda desteklediği bir yaklaşım, çok daha sağlıklı...
Siyasetin geniş yelpazesindeki çok renklilik, siyasetüstü bir dayatmanın tek renkli totaliterliğinden iyi...
Milli hissiyat içinde, iyi top oynamanın değil, aidiyet bağının öne çıkması, nasıl Almanya’da “Mesut, Alman milli takımında oynamasın” tarzı bir ırkçılığı kışkırtıyorsa, akılcı politika yerine “milli diplomasi”nin dayatılması da muhalifleri “satılmış kalemler” diye hedef gösteren bir saldırganlıkla iç düşman yaratma potansiyeli taşıyor.
* * *
Demem o ki, Başbakan, Suriye’yi “milli dava” haline getirince, muhalefet partilerini de kendi dış politikasının yedeğine almış, hatalarına ortak yapmış oluyor.
Herkesi aynı bayrağa sarmanın özgüveniyle de bir tek parti rejiminin tiranı gibi suçluyor, kendisi gibi düşünmeyenleri...
“Sesini fazla yükseltiyor” diyenleri sesini daha da yükselterek azarlıyor.
Ve politikanın tarihi kadar eski, “Elinden bir şey gelmiyorsa, sesini yükselt” taktiğine sığınıyor.
Suriye’ye düşman olmamızın nedeni, rejimin başında, kendisi gibi düşünmeyenlere saldıran bir diktatör olması değil mi?
“Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” demezler mi adama?
Tamam, komşulara demokrasi götürelim de, biraz da kendimize ayırsak iyi olmaz mı acaba?