Hatırlanacaktır, Tunus yolunda uçakta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e 28 Şubat sürecinin yargılanması konusunu sormuş ve kendisinden şu yanıtı almıştık: “28 Şubat yargılamalarında dikkat edilmesi gereken şey rövanşist bir duruma düşmemektir. Rövanşizm her zaman kötüdür. Rövanşist bir düzeyde meseleleri ele alırsanız olayı bitmez tükenmez bir sıra meselesi haline getirmiş olursunuz. Sıra size geldiğinde rövanşı alırsınız ama bir sonraki sefere de diğerlerine bir sebep yaratmış olursunuz, bu da yakalanmış olan demokrasi standardından geri düşmenin bir yoludur.”

28 Şubat konusunda Gül’ün uyarılarına ne derece uyulduğu tartışılır. Dün üçüncü dalgasına şahit olduğumuz, 28 Şubat’ın askeri ayağına yönelik operasyonlara pek fazla itiraz eden yok görünüyor fakat soruşturmanın “sivil”lere yönelmesi ihtimali üzerine giderek büyüyen bir tartışmaya söz konusu. Başbakan Erdoğan’ın “cadı avı olmasın ama gittiği yere kadar gitsin” sözleri, hükümetin, 28 Şubat’a aleni destek veren meslek kuruluşları, STK’lar, işadamları ve gazetecilerin de yargı sürecine dahil edilmesine pek karşı çıkmayacağını gösteriyor. Fakat bunun “cadı avı” görüntüsü vermeden nasıl becerilebileceği kuşkulu.

Anayasal rövanşizm

Aslında “rövanşizm” konusu sadece 28 Şubat ile sınırlı değil. Yıllar boyu sistemin dışına itilmiş, horlanmış ve ikinci sınıf vatandaş muamelesine tabi tutulmuş kesimlerin desteğine sahip olan ve kendileri de bizzat bir dizi mağduriyete muhatap olmuş bir kadro eğer 10 yıldır bu ülkeyi yönetiyorsa birçok vesileyle “rövanş”ın söz konusu olması son derece anlaşılır bir şeydir. Ancak bu hesaplaşmanın da bir kuralı ve sınırı olsa gerektir. İşte Gül’ün Tunus yolunda vurguladığı, hesaplaşmanın “bitmez tükenmez bir sıra meselesi haline gelmesi” riski demokrasimizin önündeki en büyük engellerden biri olarak karşımıza çıkıyor.

Nitekim Cumhurbaşkanı Gül, dün Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümüde yaptığı ve yeni anayasa konusundaki görüşlerini anlattığı konuşmada telaffuz etmeden sözü yine rövanşizme getirdi ve şöyle dedi: “Anayasa aracılığıyla bir önceki dönemin ‘mağdurlarını’, ‘muktedir ve mağrur kılma’ çabası hep menfi neticeler doğurmuştur.”

En geniş toplumsal mutabakata dayanan, sivil ve demokratik yeni bir anayasa üretebileceğimize olan inancım her geçen gün eriyor. Bunun birinci nedeni, Gül’ün de dikkat çektiği, dünün mağdurlarının günümüzde hayli muktedir ve mağrur bir üslubu benimsemiş olmaları. Buna bağlı olarak siyasi iktidarın demokrasiyi “çoğulcu” değil de “çoğunlukçu” bir perspektiften ele alıyor olması.

İyimser bir yaklaşım

Yine de iyimser olmaya çalışalım ve Gül’ün dünkü konuşmasından bir alıntıyla yazımızı noktalayalım: “Anayasalar yalnızca bugünün güç dengelerine ve ihtiyaçlarına göre dizayn edilemez. Anayasalar, toplumun tüm kesimlerinin hak, özgürlük ve beklentilerini bugün ve gelecekte teminat altına alacak bir nitelikte olmalıdır. Bu da ancak, toplumsal mutabakatın mümkün olduğunca ‘asgari müşterek payda’da oluşacağı anlayışıyla kaleme alınan anayasalarla sağlanabilir. Unutmayalım ki, bugün güçlü olduğumuzda bizi kendi gücümüzden koruyacak bir anayasal kural, yarın zayıf düştüğümüzde bizi başkalarının haksızlığından da korur.”