Leyla Zana ile Recep Tayyip Erdoğan yarın buluşacak. Bir şey çıkar mı? Kural olarak, her görüşmeden, her buluşmadan, her konuşmadan umutlu olmak lazım. Çatışmadan iyidir. Kısa zamanda görürüz nasılsa Başbakan Erdoğan neyi göze almış, Leyla Zana neyi.

Umutlu olmak lazım ama olan biteni unutacak kadar değil:

“SİLAH GÜVENCE”

Leyla Zana, şu son ve iktidar çevrelerinde BDP’nin bölüneceğine ilişkin umutlar yaratan sözlerinden bir müddet önce, “Silah Kürtlerin güvencesidir” dediydi. Bu söze o zaman Erdoğan çok kızdı. O kızınca o zamana kadar kızmayanlar da çok kızdı. Ardından polis Zana’nın evini bastı. Çeşitli muhalefet çevreleri de çok kızdı. Ev basmaya değil, Zana’nın sözlerine.

“KÜRTLERİN HAKLARINI VERECEĞİZ”

“Kürtlerin bütün haklarını vereceğiz.” Bu sözü geçen yılın sonlarına doğru Bülent Arınç söyledi. “Silahı bıraksınlar, haklar konuşulur.” Bunu da ondan bir müddet önce Başbakan Erdoğan söyledi. İlk söz her ne kadar koşulsuz bir iyi-siyaset beyanı gibi görünüyorsa da, telaffuz edildiği anda bile tüyler ürpertici bir şiddeti içinde taşıyor. Yazdıydım, tekrarlıyorum; çok aşırı muktedir sözü bu: a) Kürtlerin olduğunu b) bu Kürtlerin hakları olduğunu c) Bu hakların verilmediğini d) verilmeyen bu hakların akıbetinin cümleyi kuran kişinin/öznenin elinde bulunduğunu ve e) cümleyi kuran kişi tarafından belirtilmeyen bir tarihe ertelendiğini söylüyor. Bu kişi çarşı pazarda karşılaştığımız bir kişi değil, bir devlet yetkilisi. Başbakan yardımcısı.

Erdoğan’ın cümlesi bu vahameti daha da genişletiyor: “Haklar, ortada silah varken konuşulmayacak.” Hemen eklemek gerek, bu cümle Erdoğan’a özgü bir cümle değil. Türkiye’de siyaset yapan ve bunu Tekçi (ya da Türkçü, bazı farklara rağmen aynı şey) mantıkla yapan tüm siyasilerin en az bir kere söylemekten zevk aldığı, yani söylemeye memur olduğu bir cümle.

ŞİDDET-SİYASET İLİŞKİSİ

Bunlar statükonun atasözleri. Kendilerini yalanlayan cümleler: a) Kürt hakları bulunduğunu ilan ve b) bu hakların verilmediğini itiraf ediyor ve silaha dair vurguyla piramidi ters çeviriyor.Ters çevirme basit: Kürtler, ortada silahlı bir PKK olduğu için haklarından mahrum olmadı. Kürtler haklarından mahrum oldukları için ortada silahlı bir PKK var. “Statükocu değiliz” diye daha inandırcı biçimde haykırdıkları dönemde programlarına, seçim beyannamelerine yazdıkları haliyle AK Parti’lilerin de iyi bildiği gibi: “Terör, bir sebep değil, bir sonuç.”

KANLI TAHTIREVALLİ

“Silah bırakılsın, haklar verilir” kalıbı, “Kürtlerin Kürt olarak hiçbir hakkı yoktur” sözünden daha tehlikeli, daha paradoksal.

İlkinin açık faşizan karakterine rağmen safdil bir yanı var: Çatışmayı kural sayan net bir aşırı sağcı, temel bir ideolojik kapana girilmeden, açıkça ırkçılığı benimemeden benimsenemeyecek kadar savaşçı bir söz: Ya sev, ya terk et.

İkincisinin tehlikesi açık ya da gizli faşizminde değil, hiçbir modus vivendi imkânı bırakmayan, sürekli yarattığı hayal kırıklıklarıyla kinin yanı sıra umutsuzluğu da körükleyen sinizminde. Daha da Türkçe bir ifadeyle, hak-silah tahtırevallisinden vazgeçmek istememesinde, yani bin bir hileyle “statüko”nun devamını sağlamasında.

“HAİN” Mİ ARANIYOR?

Son bir hatırlatma:

Erdoğan, daha bundan birkaç hafta evvel, Zana daha, “Sorunu çözecek güç Erdoğan’da var” dememişken şunları söylemişti: “Şiddet ve siyaset, asla ve asla yan yana gelemezler. Şiddetin olduğu yerde siyaset yoktur, siyasetin olduğu yerde de şiddet olmaz, olamaz. Siyaset, ancak ve ancak şiddeti tamamen dışlamakla mümkün olur. Bunlar şiddeti dışlayamıyorlar. Çünkü tehdit altındalar. Bunlar, şiddetle, terörle aralarına mesafe koyamıyorlar.” BDP’ye söylendi bunlar, tahmin edileceği üzere.

Bu buluşma iktidar cephesi açısından, hiçbir BDP’linin yapamadığını Leyla Zana’nın yaptığını, yani Erdoğan’ın sözüne geldiğini göstermeyi amaçlayan hazır ve cin fikirli bir buluşmaysa, bir buluşma olarak kalır. Leyla Zana, Kürt hareketinin etkin bir oyuncusu olarak temsil ve temas kabiliyetine sahiptir, ama o kadar. Uludere’de katledilen 34 Kürt gencini anmak isteyenlere şiddet uygulanırken görüşecek kadar cesur bir politik Kürt karakter bulmuşken, ondan bir hain çıkararak sonuç almaya çalışmak nafiledir.

Ama bu buluşma, iktidarın bir siyaset değişikliğine yöneldiğinin alametiyse, bütün aksi söylem ve eylemlere rağmen, umut kapısı aralanabilir.

Nasıl anlayabiliriz? Bernhard Waldenfels bize bir ölçü veriyor: “Cevap-verme, bir şey üzerine konuşmayla başlamaz, konuşmaya katiyyen başlamaz, aksine kaçınılmazlığın kendine has bir biçimini gösteren dikkatle-bakma ve dikkatle-dinleme ile başlar.” (Yabancı Fenomenolojisi, Avesta Yayınları, Almancadan çeviren Mesut Keskin)

Evet, ölçü bu.

Leyla Zana Uludere’den, cezaevindeki arkadaşlarından, çalışmayan kosterlerden, Kürtçe eğitim öğretimden, gazdan, coptan, tazyikli sudan, küfür dolu nutuklardan söz edecek. Seçmenini temsil yükü, başka neden söz etmesine izin verebilir ki?

İktidarsa ya dinleyecek, ya da daha öncekilerin de yaptığı gibi gazla, copla, tazyikli suyla, kelepçeyle, sesi kesilen mikrofonlarla, kesintisiz operasyonlarla, kin ve hakaret dolu sözlerle konuşmaya devam edecek. Yani siyaset sürecek, ya açık şiddetle ya olağan demokratik süreçlere yedirilmiş şiddetle.