Bilirsiniz Rönesans, Avrupa'da 15 ve 19. Yüzyıl arasında gelişen aydınlanma hareketidir. Sadece bir sömürü düzeni ile yönetilen dünyanın, Ortaçağ karanlığından bir çıkış hareketi... Bu "aydınlanma hareketinin" çıkış noktası bir kaç ana unsuru barındırıyordu:

-Dünya incelenmeye değer bir yerdir,

-İnsanoğlu her türlü güçlüğü aşacak güçtedir,

-Yeniyi arayan insan onurlu bir varlıktır,

-Gerçek kutsaldır. Gerçeğin takipçisi olmak kutsaldır.

Bu saikle, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı kasıp kavuran bu aydınlanma hareketi, sanatta, edebiyatta, bilimde yeni bir çığır açmıştı. Öyle ki artık dünya, Ortaçağ karanlığını geride bırakmış yeni arayışlara girişmişti. Artık dünya ne eskisi gibi çelişkilerle doludur, ne de eskiye takılıp kalan insan, eski insandır. İnsan çelişkileri bilince çıkardıkça daha fazla "onur" edinir olmuştu. "Gerçek" ortaya çıktıkça insanoğlu, daha yüce bir varlık haline gelmişti. Yeniyi arayan insan, dünya-insan ilişkisini daha kutsal bir ilişkiye dönüştürmüştü artık...

Dünyayı sarıp sarmalayan bu süreç, yaklaşık 400-500 yıllık bir zaman dilimi içerisinde tanımlanıyor. Tüm dünya bu "yenilenme dalgasını" iliklerine değin hissetmişken, Ortadoğu'nun, Kürdistan'ı son 40-50 yılı saymazsak, bu "gerçekten" nasibini neredeyse hiç alamamıştı.

Meseleyi hiç bir şekilde ajite etmeden Kürtlerin gerçek anlamda bir Rönesans yaşadığını, aydınlanma çağı yaşadığını bir kaç örnekle açıklamaya çalışayım. Şu bir gerçek ki Kürtler tıpkı Rönesans'ın ana prensiplerin biri olan "hakikati arama" konusunda hiç bir bedel ödemekten kaçınmıyorlar. Arayışsa, arayış... Erdemse, erdem...

Bu hakikat arayışı, Kürtleri daha erdemli kılıyor. İnsanlık adına kazanılan her başarı Kürt'e daha çok onur kazandırıyor. Bir kaç gün önce Silopi'de katledilen 3 kadın siyasetçinin aileleri cenazeleri almayacaklarını dair beyanatta bulundular. Çünkü sokakta halen cenazeler vardı. Çürümeye bırakılan gencecik insan bedenleri... O cenazeler yerdeyken, kar altında bekleyen bu cenazeleri almak için aileleri açlık grevlerindeyken, kendi cenazelerini alıp, gömmek ahlaki gelmemişti.

Kendi acısını daha da derinleştirmek pahasına, başkalarının acısına ortak olmak bir Rönesans'tır. Aydınlanma çağının başat prensiplerinden biri olan "erdemin" en yalın halidir. Hafızalarımızın en taze yerinde, daha bir kaç yıl önce sudan sebepler nedeniyle kan davalarına girişip, birbirinin canını almaktan çekinmeyen Kürtler, başkasının acısına ortak oluyor. Başkasının acısını hafifletmeye çalışırken, kendi yarasını kör bıçakla deşiyor.

Sur'da yaşanan bildik hadise nedeniyle Diyarbakır'a gelen "misafirlerimiz" barış adına, insanlık adına, kentteki bu dramın, vahşetin, katliamın, devlet terörünün son bulması için bir takım temaslarda bulundular. Görüştükleri mağdurların düşüncelerini, "politik" veya "yanlı" bulmuşlardı. Bu nedenle, o çok kritik soruyu "objektif" yanıt alabilecekleri herkese sordular: "Sahi burada neler oluyor?"

Haklıydılar belki... Sadece ağlayıp sızlamalarını bekliyorlardı anaların belki de... Bu da son derece insani bir şeydi elbette... Ama yerinden yurdundan göç etmiş, doğup büyüdüğü evleri kalbura dönmüş, yavrusunun cesedi günlerdir karların altında kalmış ve birçoğunun okuma yazması bile olmayan analar, babalar, minicik çocuklar, barış diyor, özgürlük diyor, özerklik diyor, anadil diyor, kimlik diyor, onurlu yaşam diyor...

Cevaplar bu olunca "politik ve yanlı" oluyor haliyle... Yakıştıramadılar demek ki... Belli ki ummadıkları bir durumdu bu... Yavrusunun cansız bedeni, dondurucu soğukta sere serpe gömülmeyi beklerken, "Çocuklarımızın düşünü mutlaka gerçekleştireceğiz" diyen analara belli ki konduramadılar. Kürtlerin topyekun hakikatin peşine düştüklerini belli ki unutmuşlardı.

Hatırlatmakta fayda var. Kürtler hakikatin peşine düştü bir kere... Onur "hakikatle" kazanılıyor. Bu Kürt'ün Rönesans hareketidir.