Geçtiğimiz günlerde bir tanıdığım beni komşusunun kızıyla görüştürmek istedi. Konu, kızcağızın gazeteci olmak istemesi. Kızcağız diyorum, çünkü istediği gibi gazeteci olursa 'cağız' olacak.

Neyse, görüştük. İlk sorduğum soru, 'Ne derdin var?' oldu. Dedi ki, 'Çok meraklıyım.' Dedim ki, 'İş işten geçmiş iflah olmaz artık bu çocuk, virüs bulaşmış.'

Ben de böyleydim; o kadar meraklıydım ki, daha lisede beş duvar gazetesinin beşini de yalnız başıma yapmıştım, çalışmayan arkadaşlarıma kızmışlığım da vardı. 10 öğrencili, 11 öğretmenli bir okulun (Kozak Lisesi) öğrencisi olarak, okul müdürünü ziyarete gelen öğretmen arkadaşı manzarayı görünce, müdür beye, 'Okulunuzun az öğrencili olduğunu duymuştum ama bir öğrenciniz var herhalde' demişti hatta. Sonra kız çocuklarının öğretmen olması geleneğine dayandırılarak ilk önce felsefe bölümünü, ardından fındık eksperliğini bitirdim. Baktım F'den sonra G geliyor, artık gazetecilik okuyabilirim diyerek Erciyes Üniversitesi gazetecilik bölümüne geldim. Tabi ki, alfabetik sıralama durumu işin komedi tarafı...

Mezun olduğumda doğrudan köşe yazarı olmayacağımı ya da sinema bölümünden mezun olacak arkadaşlarımın da kablo taşıyacaklarını biliyordum. Öğrenciliğimde çok çalışmam bu korkudan değildi ama. Mesleği gerçekten seviyordum.

O yüzden o kız çocuğunun gözündeki iflah olmayacak ışığı görmem zor olmadı. Klasik cümleler kurdum ama nafile: Gazetecilik ve sinemanın karşılığının olmadığı bir ülke Türkiye. Yazmışsın, çekmişsin kime ne.

Çok az bir kesimi tatmin eden ama kendini bir türlü tatmin etmeyen ve bitmeyen bir arayış bu. Sanıyorum o nedenle, yaşı büyük gazeteciler tanınma kompleksi yaşıyorlar. Toplumda görünür olduğunuz ama etkisini bir türlü ölçemediğiniz bir alan. Avuntu dünyası bir nevi. Ve yine sanırım, gazetecinin ve sinemacının dilini meslektaşından başkası anlamıyor. Dışarıda etkisini ölçemediğiniz kadar, meslektaşlarınız arasında da geri bildirim alamadığınız bir meslek. Sinemada karşılığı nedir bilemiyorum ama gazetecilikte meslektaşlarınızın gözünde 'muhabirlik'ten 'gazetecilik'e yükselemezsiniz bir türlü. Atasözü bile türetilmiş: 'Gazeteci gazetecinin ne olduğunu ister, ne öldüğünü' diye. Buna rağmen içinizden çıkmayan bir virüs işte. Bana göre hepimiz Stockholm Sendromu yaşıyoruz da farkında değiliz. Çağan Irmak'ın 'Issız Adam' filminde başroldeki kadın karakter, başroldeki erkek karaktere şöyle ifade etmişti bunu: 'Sen donarak ölmüşsün ama haberin yok.'

Kızcağıza bunların hepsini anlattım bana verdiği cevap yine aynı: "Ama ben çok merak ediyorum." Donarak ölecek ya da katiline aşık olarak yaşayacak, yapacak bir şey yok artık.

Kızcağızla tanıştıktan bir hafta sonra, 3 yıl önce mezun olduğum yüksek lisans diplomasını almaya gittim Erciyes Üniversitesi'ne. Bölüm yine gazetecilik. Gitmişken eski hocalarımı ziyaret edeyim diye düşündüm. Ettim ama etmesem daha iyi olabilirdi. Öğrenciler nasıl diye sordum. Hocam dedi ki, 'Tanımıyoruz hiç birini, sınıf mevcutları 90'ın üzerinde.'

Şaşırdım. Hoca hemen bir hesap yaptı: “Her sınıfın ortalaması kaba hesapla 100 kişi olsa, üç bölümde yaklaşık 300 kişi var ve bunların gece bölümleri de var. Etti mi sana 600. Dört sınıfta 2 bin 400 gazeteci, televizyoncu, radyocu, sinemacı, halkla ilişkiler uzmanı var ve her yıl bunların 600'ü sadece Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden mezun oluyor. Ayrıca bunlardan Türkiye'de yaklaşık 50 tane daha var. Ama Türkiye'de sinema bir sektör değil. Gazetecilik ve diğer medya alanlarının durumları malum. Bizde halkla ilişkilerin gelişimi de en fazla 10 yıllık ve halkla ilişkiler mezunları halen 'yüksek sekreter' olarak görülüyor.”

Bunları da işitince benim devreler yandı. İçim fena daraldı. "Canımı sıktınız, gidiyorum ben" deyip kaçtım odadan. Canımı daha mı çok sıksam, yoksa bu karmaşada bir yer tutmuş olmaktan dolayı kendimi şanslı mı hissetsem bilemedim. Sonra bir üşüme aldı beni. Donduğumun farkına varmıştım ama iş işten geçmişti, katilime aşık olmuştum bir kere...