12 Eylül’den önce devrimciler faşist mahalle ya da okulların önünden geçerken toplu geçmeye gayret ederlermiş. Zira çatışma, kavga ve benzeri şeyler kaçınılmazmış. Lakin hepimiz biliyoruz ki devrimciler daha çok katledildi o yıllarda. Daha çok öldürüldü. Zira faşistler tüfekli gezmeyi toplu gezmeye yeğlemişlerdi. E birde sırtını devlete dayamışlardı.

1990’lı yıllar çokta farklı değildi Türkiye’de. Belki devrimciler artık toplu gezmiyordu lakin 12 Eylül faşizminin amacı da solcuları toplu imha etmek, toplu susturmak olmuştu. Fakat yine de 90’lı yılların başından itibaren insanlar saflarını belirlemeye yeniden başlamıştı. Devlet yine sağ görüşlü insanların arkasındaydı. Sağcılar ise hala devletle kola kola yürüyordu. Kaldı ki Tansu Çiller’in 1990’lı yıların ortasında “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” diye demeç vermesi bu tezi sağlamlaştırmıştı.

1990’lı yılların başı biz solcular için zor yıllardı. Zira 19-20 yaşlarında gençlerdik ve Evren’in ya da Özal’ın yalan rüzgârına kapılmamış Mamak’ta, Metris’te, Diyarbakır’da yatan ağabey ve ablalarımızın yolundan gitmeye karar vermiştik. Her ne kadar toplu gezmek yerine top oynamak gibi geçerli sebeplerimiz varsa da yukarda yazdığım abi ablalar, birazdan yazacağım isimler ve sol yayınların çıkardığı kitaplar kişiliğimizi belirlemede çok etkili olmuştu.

Örneğin ben Devlet Tiyatrolarında futbol oynuyordum ve zamanın en ünlü tiyatro oyuncularından Soner Ağın her hafta maçlarımızı izlemeye gelirdi. Bu örnek bir yana, bir keresinde bana “Herkes beni izlemeye bayılıyor ben de seni izlemeye bayılıyorum” demişti. Bu gaz bana toplam 1 sene gitmiş lakin 1 sene sonra futbolu bırakmış devrimci saflardaki yerimi almayı kafaya koymuştum. Aslında zor yıllar dediğim şey bizim için değil de, “solcuları tükettik” diye yola çıkan iktidarlar için yeniden başlamış oluyordu. Demek ki sol ve solcular öldürülmekle tükenmiyordu.

1980 faşist darbesi sola, solculara ve sol kitaplara yapılmıştı bir anlamda. Onlarca insan idam edilmiş, binlercesi işkence tezgâhlarından geçirilmiş, yasaklar, sürgünler, zulümler bir birini izlemişti. 1980’li yıllar Kenan Evren’in diktatörlük ve ressamlığı birlikte götürdüğü yıllardı. Türkiye’yi il il dolaşır, bol bol Kuran’dan ayetler okur, şehrin mülki amirlerinden şehrin altın anahtarını alır sonrada köşküne çıkar resim yapardı.

1990’lı yılların başı itibarı ile özellikle üniversite gençliği içerisinde hareketlenmeler yeniden başlamıştı. Tabi ki bunda kimi aydın ve sanatçıların çıkardığı kaset ve kitapların etkisi de çok büyüktü. Zaten bu yazının amacı da bu isimleri anmak.

İlk başlarda en solcu sanatçı Ahmet Kaya ve Selda Bağcan gibi gözüküyordu. Zira Ankara Zafer Çarşısında Ahmet Kaya’nın ilk kaseti olan Ağlama Bebek’ten türküler dinlemek ayrı bir keyifti. Bilen bilir Zafer Çarşısında bulunan Doğu Çay evinin önü, biz yeni yetişen solcular için buluşma yeriydi.

O yıllarda Zülfü Livaneli, Emekçi ve Şiwan’ın kasetleri el atından dolaştırılıyordu. 1990’lı yılların başında Livaneli’nin Leylim ley isimli türküsünü dinlemek bile devrimci duygularımızın kabarmasına yetiyordu.

Cem Karaca özeldi bizler için. Her ne kadar sonradan Özal’la olan diyalogu onun gözümüzden düşmesine sebep olmuşsa da özeldi işte.

Rahmi Saltuk, Ruhi Su’dan yadigârdı bizlere. Akgün Sinemasında bir konserine gitmiştik o yıllarda. Konser kalabalıktı lakin bir o kadarda sivil polis vardı. Ciddi biriydi Rahmi Saltuk, tam da bizim istediğimiz gibi. Gereksiz alkış ya da tempo tutan birisi olursa türküyü yarıda keser uyarırdı.

Ahmet Kaya hiçbir zaman bir Ferhat Tunç duyarlılığında olmamıştı bizim için. Hatta o meşhur demecine kadar hem soldan hem sağdan eleştiri aldığı da oluyordu. Lakin hem geçmişten hem de bugünden bakarsak Ahmet Kaya’ya, 90’lı yılların o sindirilmişliğinde devrimcilerin sesinin tekrardan yükselmesinde çok büyük payı olduğunu söylemek mümkündür Ahmet Kaya için.

Ferhat Tunç ilk çıktığında “Aslında o Emekçi, yasaklı olduğu için kendini gizliyor” diye laflar dolaşmıştı ortalıkta. Zira ilk kasetinde Ferhat Tunç’un resmi bile yoktu. Hiç bozmadı kendini Ferhat Tunç. İlk gün ki gibi devrimci duruşunu hiç bozmadı.

Bir de tabi Sevinç Eratalay’ı unutmamak lazım. Sevinç Eratalay özellikle 1990’lı yıllarda öğrenci gençliğin ve devrimcilerin sesinin tekrardan yükselmesinde önemli bir mihenk taşıdır. Benim için ise “Bir gün, yolun düşerse eğer oralara, eski günlerin hatırına değil, sadece biraz çay biraz söyleşi, birazda rakı içeceğim” dizeleri ile unutulmazlar listesindedir hep.

Müzik deyince tabi Kardeş Türküleri, Grup Yorum’u, Yeni Türküyü, Grup Baran ve Onur Akın’ı, Çağdaş Türkü ve Tolga Çandar’ı, Grup Umuda Ezgi ve Yavuz Bingöl’ü, Koma Agire Jiyan’ı, Ankara’da Gazinolarda da çıkmasına rağmen Beşir Kaya’yı, türkülerin unutturulmaya çalıştırıldığı bir dönemde bağlamasıyla ortaya çıkan Arif Sağ, Muhlis Akarsu, Musa Eroğlu, Yavuz Top ve Muhabbet serisini, Hüseyin Aydın’ı, Talip Özkan’ı, Abuzer Karakoç’u unutmamak gerekir. Zira o yıllarda bırakın her hangi bir konseri, kasetlerden bile bu isimlerden türkü dinlemek bizim için büyük bir ayrıcalıktı.

Müzik dedik ama 1990’larda sinemada da bizi tekrardan biz eden önemli isim ve filmler vardı. Örneğin Tunç Başaran’ın yönettiği ve başrollerini Nur Sürer’in oynadığı “Uçurtmayı Vurmasınlar” bir dönüm noktasıdır sinema için. Her ne kadar yapımcılığını Şerif Gören’in üstlendiği, başrollerini Kadir İnanır’ın oynadığı “Sen Türkülerini Söyle” isimli sinema 1986 yapımı ise de Uçurtmayı Vurmasınlar’ın farklı bir yeri vardı. Yine Yusuf Kurçenli’nin yönettiği, Tarık Akan’ın başrolünü oynadığı Karartma Geceleri 1980 faşizminden sonra solcu sinema yapılamaz diyenlere o zamanlar için iyi bir cevaptı.

Ve tabi ki yazar, şair, gazete ve gazeteciler. Bu gün kimi zaman yerden yere vurulan, kimi zaman beğenilmeyen yazar, şair, gazete ve gazeteciler. Kuşkusuz Aziz Nesin, Can Yücel hatta Ahmet Telli tartışmasız isimlerdi. Özellikle Ahmet Telli için kimlik bunalımında olan 90 gençliğinin imdadına yetişen şair olarak da niteleyebiliriz.

Erdal Öz’ün “Gülünün Solduğu Akşam” kitabı 1986 yılında basılmış olunmasına rağmen 90’larda başucu ve elden ele dolaşan kitap olmuştu. Şimdilerde Özgür Gündem’de köşe yazıları yazan Ahmet Kahraman yine 1990’lı yılların kitabı elden ele dolaşan yazarlarından birisiydi. İlk basımı 1988’de yapılan “Bize Özgürlük Verdiler” bunların başında geleniydi.

Musa Anter bir bilgeydi. Bırakın Kürtçe konuşmayı Kürt kelimesini ağza almanın bile yasak olduğu yıllarda sırtlamıştı o bilge yükünü. Ve tabi ki Vedat Aydın. Yani Vedat ağabey. 1990’lı yılların başında Ulucanlar Cezaevinin 4. koğuşunda karşılaşmıştım kendisiyle. Kürdüm demenin yasak olduğu, Kürtçe konuşmanın ölümle dahi sonuçlandığı bir ortamda basın açıklamasını Kürtçe yapmış, Avukat Zeki Okçuoğlu’da kendisini tercüme etmişti. İkisi de tutuklanmıştı o yıllarda. Yaklaşık 3 ay gibi bir süre kaldı bizimle. Ve sonra gitti. Sonsuzluğa tabi. Ama 1990’lı yıllarda kurulan HEP ile başlayan siyasi akımın Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak ile birlikte unutulmayan isimlerinden birisi olmuştu.

Ve birde tabi ki de Sedat Yurttaş. HEP adına SHP listesinden milletvekili seçilen Avukat Sedat Yurttaş, 1990’lı yıllarda gözaltı ve işkence durumlarında en çok yardımına koştuğumuz ve yardımını da karşılıksız aldığımız bir isimdi.

Evrensel Gazetesi ve 8 Ocak 1996 tarihinde polislerce dövülerek katledilen Metin Göktepe bizler için çok önemliydi. O güne kadar örneğin Yarın Dergisi gibi birkaç derginin tanıtım kimlik kartıyla gösteri ve yürüyüşleri takip ediyorduk. Oysa Metin Göktepe, Evrensel Gazetesinin tanıtım kimlik kartı olmasına rağmen katledilmişti. Ve Metin Göktepe gazetelerin ve gazetecilerin tekrardan sol ile tanışmasının en önemli imsilerinden biriydi bizim için.

Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Ahmet Taner Kışlalı, Musa Anter, Vedat Aydın, Savaş Buldan, Mehmet Sincar, Behçet Cantürk, Namık Erdoğan siyasi görüş ve düşünceleri birbirinden farklı olsa da aynı çeteler tarafından katledilmiş ve bir anlamda Kürtlere, sola ve solculara gözdağı verilmeye çalışılmıştı. Sivas katliamı 1990’larda yeryüzünün en korkunç katliamlarından birisi olarak tarihteki yerini almıştı.

Kuşkusuz bu yazı tarihi bir yazı değildir ve yazıda ismi geçenlerin her biri hakkında onlarca kitap yazılacak tarihi misyonda isimlerdir. Birçoğu ile aynı görüşte olmasanız da 1980 faşizmi sonrasında özellikle de 1990’larda her türlü baskı ve sindirme politikalarına rağmen kitaplarından, şiirlerinden, gazetelerinden, sinemalarından ödün vermeden bir şeyler yapmış ve yeni nesle umut tazelemiş insanlardır.

Ergenekon Davası kararları açıklandığında gazeteci Merdan Yanardağ hakkında yakalanma emrinin çıkartıldığı açıklanmıştı. Milletvekili Sırrı Süreya onun hakkında övücü şeyler söyleyince bazı yerlerden eleştiri almıştı. Oysa Merdan Yanardağ 1990’lı yılların o katliamcı günlerinde Özgür Gündem Gazetesinin Yazı İşleri Müdürüydü ve bırakın “Sayın” denilmesini Abdullah Öcalan’ı hayal etmenin bile yasak olduğu dönemde Abdullah Öcalan’ın demeçlerini bizzat gazetenin birinci sayfasından manşete taşıyan bir isimdi. Kaldı ki Merdan Yanardağ bu günden geçmişe köprü kurarak baktığınızda 1980’lerde faşizme, 1990’larda devlet terörüne, 2000’lerde AKP gericiliğine karşı dik durmuş bir gazeteciydi.

Dikkat ederseniz bu isimler arasında o zamanda da kalem tutan, kitap yazan, sinema yapan Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Sinan Çetin gibi isimler yok. Olması da şart değil. Bu gün geldikleri noktada doğru yerdeyseler eğer buda 2010’lar adına bir kazanım sayılabilir. Lakin 1990’larda her türlü baskı ve zulme rağmen sanatından, mesleğinden, düşüncesinden ödün vermeden çalışan, 12 Eylül faşizminin bıçak gibi kestiği toplumsal muhalefeti 1990’larda her türlü baskı ve şiddete rağmen yeniden uyandırmaya çalışan insanları bu günden yarına köprü kurarak hiç yokmuş gibi acımasızca eleştirmek çokta doğru gibi gözükmüyor.