Afili bir yalnızlık yazısı yazasım var.

Etkili olsun, akılda kalıcı olsun ya da olmasın da ‘yalnızlığı anlatabilsin sadece’ istiyorum.

Bilindik sözler olmasın; ‘kör karanlık gece’, ‘dipsiz kuyu’, ‘kalabalığın içinde teklik’, ‘yalnızlığın küflü kokusu’, ‘yastıkta kalan hayal’, ‘duvarlar bile ifadesiz’, gibisinden yani…

Öyle seni anlatsın, beni anlatsın, hepimizi anlatsın.

Ona da gerek olmayabilir; ‘Kendiminki bitti de; sen, o, biz kaldık sanki’ diye düşünüyorum.

Biraz eğlenceli de olabilir diyeceğim ya, yalnızlığın içinde eğlence olur mu emin olamadım: ‘Buruk bir sevinç’ gibi bir şey. Sevinç sevinçtir, buruk sevinç mi olur, diyorum.

Bu yazının ille de mantıklı olması gerekmediğine karar veriyorum. Yalnızken görülen acayip hayallerden söz etsem mi bilemiyorum…

Kısaca yalnızlığı anlatayım istiyorum da, kısaca anlatılmayacağı için istediğimle kalıyorum.

Mesaj versem, kadınların yalnızlığına vurgu yapsam örneğin, gibilerinden dem vuruyorum: Ama tüm kadınlar yalnız olacak değil ya, umuyorum dünyanın bir yerlerinde gerçekten yalnız olmadığını hisseden, gözleri gülen kadınlar vardır. Yani vardır, eminim. Olsun… Olmalı… Lütfen olsun…

Zaten erkekler de yalnızmış, öyle dediklerini duyuyorum: Güçlü görünmek zorunda olmak daha da yalnız yapıyormuş onları üstüne üstlük. Gerçekten öyleyse bile, öyle olduğunu yazmak bu aralar içimi rahatlatmayacağı için bundan da vazgeçiyorum. Çok istiyorlarsa erkekler kendileri yazsın yalnızlığını deyip kestirip atıyorum.

‘Yalnızlığımı, yalnızlık yazısı yazmamdan anlamalısınız’, desem diyorum… Pek bir dolambaçlı geliyor, ondan da vazgeçiyorum.

Neticede bir yalnızlık yazısı yazmak istiyorum. Bunu eve geldiğimde boş olan çorba kasesinden falan çıkarmadığım düşünülmesin. Tam da bunu demişken; yazının adı, ‘Çorba kasesindeki yalnızlık’ mı olsa diye düşünmeden edemiyorum.

İçe işleyen yalnızlığı yazı ile aktarmanın mümkün olmadığına kanaat getirip, içimden dışarı atamadıklarımı, atarsam da sığ olacak diye korktuklarımı şu öykü ile noktalıyorum:

Çocukluğumun aşı boyalı olup olmadığını bilmediğim evinde, babaannemin, komşu kadınlarla konuşurken söylediği söz hiç çıkmaz aklımdan: “Yalnızlık Allah’a mahsustur.”

Gürcü ağzıyla ‘yalavuzluk’ nitelemesini, çocukları vefat ettiği için bir başına kalan komşu teyzelerden birinin durumu için kullansa da, artık bu dünyada olmayan babaannem; 4 yaşında meraklı bir çocuk olarak, Allah’ın gerçekten yalnız olduğuna kanaat getirmiştim.

Bir gün yine yalnız başıma oynarken, köyün tamamını kaplayan ormanları gördüğüm tam tepedeki bahçemizde, ki sonraki yıllarda öğrendiğime göre komşu çocuklarının yanına gitmeme izin vermedikleri için hep yalnız oynamışım, babaannemin bu sözü aklıma gelmişti.

Çocukluk bu ya, Allah’ın gökyüzünde beyaz ve buğulu bir yerde, tanımlayamadığım bir cisim olarak, nitekim kimse tanımlamamıştı, yalnız başına oynadığını hayal etmiştim. Çocuğum ya, Allah da yaşıtım işte... Dakikalarca oturup ağladım onun yalnızlığına. Ta ki halam yanıma gelip neden ağladığımı soruncaya kadar.

Allah’ın yalnızlığına üzüldüğümü söyledim mi, söylemedim mi hatırlamıyorum ama yalnız çocukluğumu Allah’a benzettiğimi ve onunla birlikte kendi yalnızlığıma ağladığımı ancak şimdi anlayabiliyorum.

Şimdi ise Allah da benimle birlikte büyüdü, ‘yalavuzluğu’ da bir o kadar.