İki gün önce Samsun’da yaşanan sel baskınında son rakamlara göre 11 insan yaşamını yitirdi. Devlet konut yaptırıyor. İçine fukaraları koyuyor. Temel atarken kurban kesiyor. Açılış yaparken tören düzenliyor. Buraya kadar her şey çok güzel. Elbette ki kendisini sosyal bir devlet olarak tanıtan yapı fakir vatandaşların konut problemini çözmeli. Onlara içinde yaşamaları için konutlar vermeli. Bunlar birçok ülkede uygulanan yöntemler. Ancak bizim devletimiz fukaraya içinde yaşaması için değil içinde boğularak ölmesi için ev veriyor. Nasıl olsa fukaradır. Kimse sormaz hesabını. Ufak bi de tazminat ödendi mi, üzerine bir de dua ederler diye düşünmüş olmalı ki gidip dere yatağına ev yapmış devlet. İktidar yine bu ülkenin ezilenlerine, yoksullarına acımasız yüzünü gösterdi. Sonrasında da timsah gözyaşları döküp suçu yağmura attı. Efendiler o evleri neden dere yatağına yaptınız diye sorunca da pişkince azarladı. Tıpkı Samsun Belediye Başkanının konuyu gündeme getiren haber sunucusunu azarladığı gibi. Halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanı halkın temel haklarını korumak yerine Devleti yöneten büyüklerinin izinden gitmeyi tercih etti. Fukaranın ölümünü sorgulamak haddiniz değildir dedi. Yine birkaç kişiye tazminat ödeyip olayın üstünü örtmeye çalışacaklar. Tıpkı Uludere’de insanların üzerine bomba yağdırdıktan sonra yapmaya çalıştıkları gibi. Tıpkı Urfa cezaevinde savunmasız mahkumlara cehennem içinde cehennemi yaşattıkları gibi. Tıpkı geçen yıl İstanbul’daki sel baskınında bir kamyonda yaşamını yitiren 10 kadın işçiyi unutturdukları gibi. Tıpkı madenlerde ölen işçilere yaptıkları gibi. Hesap veren yok. Fukarayı öldüren çok.

 

Roboski’de evladını yitiren anne Melek Encü Başbakan’a bir soru yöneltiyordu. "Heron görüntülerini izlerken ne hissettin?" Başbakan hiçbir cevap vermedi. Bende çok merak ediyorum Başbakanın cevabını. Ancak Melek Encü`nün sorusunun yanına bir soru daha eklendi iki gün önce. Acaba hükûmet yetkilileri "Selde bir bodrum katında boğulan evlatları için ağlayan annenin gözyaşlarını görünce ne hissetti?"

 

Kim bilir ne umutlarla ne sevinçle yerleştiler insanlar o evlere. Ne hayalleri vardı. Çocuklarını okutacaklardı. Belki ilerde daha güzel evlere yerleşmenin hayallerini kuruyorlardı. Devletin onlara başını sokmaları, içinde yaşamaları için ev verdiklerini zannettiler. Günlerce “Allah devlete zeval getirmesin” diye dua ettiler. Nerden bilsinler devletin evi dere yatağında yaptığını. Ve fukaraya sadece içinde boğularak ölmeleri için ev verdiğini.

 

Hükûmetin bu insanlara tazminat dışında yapacağı bir şey yoksa dönüp aynaya bakmalarında fayda olacaktır. O en çok kullandıkları "Terör" kelimesinin siluetini göreceklerdir kuşkusuz.

 

MAZLUM ERENCİ`Yİ HATIRLIYOR MUSUNUZ EFENDİLER?

Hükûmet 3. yargı paketinde Özel Yetkili Mahkemeleri Ceza Muhakemesi Kanunundan çıkarıp, Kürtleri tutuklama kanunu olarak bilinen Terörle mücadele kanunu (TMK)ya dâhil etti. Sanırım yeni ismi de Terörle Mücadele Mahkemeleri olacak. Ancak dünyada genel olarak sorunlu bir kavram olan terör TMK’daki muğlak tanımıyla yasanın uygulanma alanını oldukça genişletiyor. Bir mitingde zafer işareti yapmak, marş dinlettirmek ya da slogan atmak Türkiye’deki Terörle Mücadele Kanununa göre "terörist" olmak anlamına gelebiliyor. Hangi miting ve toplantının terör örgütünün propagandasına dönüştürüldüğü ise tamamen yargıya bırakılmış durumda. Dünyadaki ceza yasalarının birçoğunda "terör" sucunun oluşabilmesi için suçsuz insanlara karşı şiddetin uygulanması ya da şiddetin uygulanacağına dair ciddi tehlikenin olması ölçü alınmıştır. Ancak TMK’da böyle somut tanımlar bulunmamakta. Mevcut davalar üzerinden TMK analiz edildiğinde muhalefeti içeriye atan bir kanun olmak dışında herhangi bir işlevinin olmadığı anlaşılmakta. Meclis CMK’da yaptığı değişiklikte tutuklamayı yine hakim ve savcıların inisiyatifine bırakıyor. Oysa hakim ve savcıların cezaevlerini nasıl doldurma kaygısı taşıdığı çok iyi biliniyor. Hükûmet CMK’dan kaldırdığı yasaları TMK ya sıkıştırıyor. İşkenceci polislerin yargılanmasını amirlerinin iznine bağlıyor. Bir adim ileri giderken 10 adim geri gidiyor.

 

Belki Mazlum Erenci`yi hiçbirimiz hatırlamıyoruz. Fukara ama gururlu bir Kürt çocuğuydu Mazlum. 29 Haziran 2011 yılında Dersim’de çıkan bir çatışmada ölen bir gerillaydı. Ana akım medyada hikayesi ya pek anlatılmadı anlatanlarsa sıradan bir üçüncü sayfa haberi olarak geçiştirdiler. Oysa Mazlum Erenci’nin hikâyesi Kürt sorunu ve devletin politikalarının bir resmi gibidir. Mazlum daha 16 yaşındayken Diyarbakır’da bir gösteriye katılması nedeniyle gözaltına alınır. Gözaltında polisin işkence ve tehditlerine maruz kalır. Ardından tutuklanıp cezaevine konur. 7 yıl 5 ay 20 gün hapis cezasına çarptırılır. 9 buçuk ay tutuklu kalır. Kamuoyunda taş atan çocuklar yasası diye bilinen düzenlemeden dolayı serbest bırakılır. Mazlum’a susması söylenir. Tekrar aynı suçu islediğinde artık çıkamayacaktır içeriden. Henüz 16’sında tanışmıştır Mazlum, devletin zulmüyle. Devletin zulmü onu dağa gönderir. Çatışmada öldüğünde bıyıkları yeni terlemiştir ve henüz 18 yaşındadır Mazlum.

 

Okuyup avukat olmak isteyen Mazlum devletin politikaları nedeniyle dağda can verdi. Ve Mazlum’a dağın yolunu açanlar yeni düzenlemelerle yeni Mazlumlara dağın yolunu asfaltlamaya devam ediyor.

 

Yazımı noktalarken Ahmet Arif dizeleri geçiyor gözümün önünden...

 

“Ölüm bu,

Fukara ölümü

Geldim, geliyorum demez.

Ya bir kuşluk vakti, ya akşamüstü,

Ya da seher, mahmurlukta”

 

Ya Roboski’de... Ya Dağda... Ya da dere yatağına yapılmış evdeki bodrum katında... Ölüm bu, fukara ölümü...