Seçimlerden hemen önce YSK’nın doğal olarak “siyasete müdahale” olarak anlaşılan tutumu demokratik kamuoyunun haklı tepkileriyle karşılaşmış ve aşılmıştı. Seçimler yapıldı. Hem de hemen her seçimde duymaya neredeyse alıştığımız “hile oldu, sandıklar kaçırıldı, oylar çalındı” türü rivayet ve iddiaların gölgesi olmadan. Sevinenler oldu, üzülenler oldu ama şekillenen meclisin “yeni anayasa” yapacak bir meclis olması dolayısıyla fiilen bir “kurucu meclis” rolü oynayacağına dair beklentiler nedeniyle, kamuoyuna hakim olan duygu “bir yeni başlangıç” ve “umut” idi…

Ama aynı YSK bir kez daha sahneye çıktı ve Diyarbakır’dan çok net bir sonuçla milletvekili seçilen Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürme kararı aldı. Ardından CHP ve MHP’nin meclise taşıdığı bazı Ergenekon davası sanıkları için de yargılandıkları mahkeme tahliye kararı vermeyerek ortaya çıkan siyasi krizi derinleştiren bir tutum içerisine girdi. BDP’nin desteklediği bağımsız vekiller, DTK’nın tavsiyesine paralel bir karar alarak meclise gitmeyeceklerini açıkladılar. YSK ve mahkemelerin tutumunu eleştiren CHP ve MHP’nin ne tür bir tutum takınacağı henüz netleşmiş değil. Yüzde 50 oy ile üçüncü kez iktidar partisi olmaya hak kazanan AKP cephesinden ortaya çıkan krize ilişkin gelen açıklamalar ise muhtelif. Sağduyu telkin eden açıklama ve yorumlarda parlamentonun acilen toplanarak bu “tuhaf” durumu düzeltmesi gerektiği belirtiliyor. Gerçekten de doğrusu bu. Ertelenerek, ötelenerek gereği yapılmayan düzenlemeler ve tabii ki hala hükmü süren 12 Eylül anayasası sistemin çivisinin çıktığını bir kez daha ortaya koymuştur. Bu artık yama da tutmayan anayasa ve onun kaynaklık ettiği hukuksal çerçeve ile Türkiye’nin gerçek, sağlıklı, işleyen bir demokrasi inşa etmesi, sorunlarını çözmesi ve dolayısıyla geleceğine güvenle bakması olanağı yoktur. Bu gerçeklik kadar yeni meclis açısından hemen harekete geçmek için güçlü bir gerekçe olabilir mi? “Yüksek” ve “derin” müdahalelerin barış, demokrasi ve çözüm umutlarımızı gölgelemesine hiç kimse ve elbette ki öncelikle iktidar partisi ve parlamento seyirci kalamaz, kalmamalıdır…

***

Aslında seçimlerin bir başka boyutuna ilişkin yazacaktım bu hafta. Ama yazıma söz konusu “sıcak” gelişmeyle (YSK’nın müdahalesi) ilgili düşüncelerimi belirterek başlamasaydım, eksiklik olacaktı. Asıl yazmak istediğim konu ise Dersim’deki seçim sonuçlarıyla ilgili yapılan bazı “tuhaf” ve şaşırtıcı, “aykırı” yorumlar… Bu yorumlara ilişkin, konuyla ilgili kişi ve çevrelerden düşüncelerimi öğrenmek istediklerini ifade eden ciddi bir beklenti de söz konusu.

Malum; Dersim’de iki milletvekilliğini de CHP kazandı. BDP’nin desteklediği bağımsız aday sanatçı Ferhat Tunç, beklentilerin aksine seçimi yitirdi. “Özel” mazeretlerim nedeniyle seçim döneminde Dersim’de olamadım ve çok istememe rağmen Ferhat Tunç’un kampanyasına katılamadım. “Katılabilseydim ortaya çıkan sonuç değişirdi” gibi bir iddiam yok; ama en azından vicdanen kendimi daha iyi hissederdim. Ortaya çıkan sonuca üzüldüm. Konuyla ilgili genel düşüncelerimi bilen biliyor; “CHP zihniyeti” olarak da adlandırdığımız Kemalist resmi ideoloji zihniyetini etki ve sonuçlarıyla birlikte aşmak gibi bir yükümlülüğümüz olduğunu dile getiriyorum yıllardır. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde CHP ilk defa Dersim’den milletvekili çıkaramamıştı; bu, belirttiğim yükümlülüğümüz adına son derece “hayırlı” bir gelişme idi. (Bağımsız olarak seçilen Kamer Genç sonradan CHP’ye katıldı) 12 Haziran seçimlerinde Kemal Kılıçdaroğlu faktörü başta olmak üzere bazı “özgün” durumlar nedeniyle sanırım yeniden “başa sarmış” olduk. Fakat elbette bu hiçbir şeyin “sonu” değil; hayat da, demokrasi mücadelemiz de devam ediyor. Bu nedenle ortaya çıkan durumun, daha çok “nerede hata yaptık” ciddiyetiyle ve daha çok kendini sorgulayan bir özeleştirel yaklaşımla ele alınması gerektiğine inanıyorum.

DERSİM’E ÖZGÜ POLİTİKALAR GELİŞTİRİLMELİ

Bu noktada “ipucu” kabilinden birkaç hususun altını çizmek isterim.

Dersim, inancı, tarihi şekillenmesi, üzerinde oynanan oyunlar ve bunların yol açtığı tahribatlar, etnik kimliği gibi nedenlerle “özgün” bir yer. Dolayısıyla Dersim’e özgü politikalar geliştirilmesi gereği var. Gerek yerel, gerekse de genel seçimlerde BDP, öncesinde de DTP adaylarına destek vermiş biri olarak bu konudaki düşüncelerimi her vesileyle söyledim, yazdım, kitabını da yazdım (Dersim… Dersim… Yüzleşmezsek Hiçbir Şey Geçmiş Olmuyor, İst. 2010 ve Alevilerin Kemalizm’le İmtihanı, İst. 2011), yeri geldiğinde “dostane” eleştiriler, öneriler de yaptım. Ancak ne BDP, ne de öncesindeki partiler Dersim konusunda “özgün” bir politika geliştirmediler… Öte yandan iyi niyetli gayretlerini yakından bildiğim Şerafettin Halis vekil olarak parlamentoda ne kadar etkili olabildi? İki dönemdir kazanılan belediye, “belediyecilik” bağlamında ne kadar başarılıdır? Cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa son 4-5 yılda böylesine ağırlıklı bir gündem haline gelen Dersim ve Dersim 38 ile ilgili BDP akıllarda kalan, iz bırakan neler yapmıştır?

Bunlar ciddi bir özeleştirel yaklaşımı gerektiren sorular veya konu başlıklarıdır diye düşünüyorum.

DERSİM’DEKİ SONUÇLAR ÜZERİNE “DUYGUSAL” YORUMLAR

Seçim sonuçlarının belli olmasının hemen ardından sosyal paylaşım sitelerinde Dersim’deki sonuçlar üzerine çok sayıda en hafif deyişle “duygusal” denilebilecek yorumlar yapıldı. Dersim halkını “düşkün” ilan edenler oldu mesela, Dersimli olmaktan dolayı “utanç” duyduğunu söyleyenler vb. Kuşkusuz bunları gereğinden fazla önemsemek doğru değildi. Umduğunu, beklediğini bulamamanın “sıcak” etkileri olarak anlamak gerekirdi. Çok geçmeden taşlar yerli yerine oturur ve daha sağlıklı yorumlar yapılırdı. Böyle düşündüm. Fakat bu “sanal alem” üslupları çok geçmeden ciddi köşe yazıları şeklinde önümüze çıktı… Şaşırmamak, irkilmemek elde değildi…

Kürt hareketine yakınlığıyla bilinen Avrupa’da yayın yapan bir gazetede (Yeniden Özgür Politika) peş peşe Dersim için “yara” diyen, “kara yara” diyen yazılar yayınlandı. Ahmet Kahraman “Kürdistan’da yeni süreç ve Dersim yarası” başlıklı yazısında (14.06.2011) nasıl ve ne tür bir psikoloji içerisinde olmalı ki, küçük bir paragrafa çok sayıda hakaret ve rencide edici sözcük sığdırmayı başarabilmişti. Bakın yazısının bu 8 satırlık paragrafında Dersimliler için ne tür sözcükler kullanmış: Kara delik. Kara yara. Düşmüşlerin hüzün saçan darbesi. Babasının katili. Anasının tecavüzcüsüne aşık. Köle ruhlu…

Yazının tamamına hakim olan daha çok Kemalist elitlerden duymaya alışkın olduğumuz tepeden, aşağılayıcı ve ötekileştirici bir üslup ve dil idi.

Aynı gazetenin yazarlarından Esra Çiftçi, özeleştiri gereğine de değinen yazısında, nedense bu “yara” tabirini kullanmayı tercih etmiş ve yazısını “Ve Tunceliler helal olsun size, hem de 1938 kere! Seyîd Rıza’yı bir kere daha astınız!..” diyerek bitirmişti… (16 Haziran 2011).

Öte yandan bazı haber sitelerinde “Dersimliler Ferhat Tunç’u milletvekili ilan etti” türü haberler de çıktı. Ortada hile, oyun türü bir durum yoksa, beğenmeseniz dahi seçim sonuçlarına saygılı olmak durumundasınız; bu, demokrasinin ve demokrat olmanın en asgari gereklerinden biridir. Aksi halde ne seçimin ne de seçime katılmanın bir anlamı vardır.

“STOCKHOLM SENDROMU” İFADESİ “HAKARET” KASTI İLE KULLANILIYOR

Yeni kurulan Cumhuriyet’in mülkiye müfettişi Hamdi Bey, 1926 yılında hazırladığı Dersim raporunda “Dersim çıbanbaşıdır” demişti. 1936 yılında meclisi açış konuşmasında aynı ifadeyi kullanan Mustafa Kemal de, Dersim’i “en mühim dahili meselemiz” ilan etmiş ve bu “çıbanbaşını” bir an önce kesip atmak gerektiğini söylemişti. Ve şimdi de başka birileri Dersim için “yara”, hem de “kara yara” tabirini kullanıyor! Bilinçaltına yerleşmiş olan “çıbanbaşı” lafını kullanıyor yani. Dersim’i “çıbanbaşı” gören zihniyet gibi “kökünden kesmekten” bahsetmeyişine sevinmemiz mi gerek acaba, bilemiyorum…

Belirtmek istediğim bir başka husus da “Stockholm Sendromu” meselesidir. 4-5 yıl önce hazırladığım bir yazı dizisinde kullanmıştım bu tabiri. Bu tabiri ilk kez kullananlardan olduğum söylenir. Olabilir. Konuyla ilgili yazı ve kitaplarımı okuyanlar bu tabiri, Alevilerin durumlarını anlamak ve siyasal eğilimlerindeki çarpıklıkları neden ve gerekçeleriyle birlikte ortaya koymak için ve tümüyle sosyolojik bir soğukkanlılıkla kullandığımı da bilirler (Bknz. Alevilerin Kemalizm’le İmtihanı). Yani herhangi bir “hakaret” anlamı ve kastı söz konusu değildir. Oysa şimdilerde Ahmet Kahraman gibi Dersim ve Alevi meselesinden bihaber kişilerin dilinde bu tabir tamamen bir “hakaret” kastı ile kullanılır olmaya başladı. Ayıptır!

Bu üslup ve anlayışın sahipleri her şeyden ve herkesten önce Dersim’de siyaset yapan BDP’lilere zarar vermektedirler. Zira bildiğim kadarıyla BDP Dersim’de siyaset yapmaktan vazgeçmiş değil!

Peki bu üslup ve anlayış, kimlere hizmet etmektedir? Bunun cevabını da varın siz verin…