Başbakan Erdoğan geçtiğimiz günlerde (25 Ocak) Kanal 24’te katıldığı bir TV programında gündemdeki konuları değerlendirirken, son derece ilginç bir saptamada bulundu. Konu Almanya idi ve Başbakan Erdoğan Almanya’yı kastederek, “Almanya'da mezhebi olarak Türkiye'yi bölmeye çalışan yapılanmalar var. Almanya bunu destekliyor, parasal olarak da destekliyor. Söyleyince rahatsız oluyorlar. Şubat ayında ziyaretleri var. Bu konuyu tekrar kendileriyle konuşacağız” dedi…
Bu sözlerin kamuoyunda önemi kadar yankı bulmadığını düşünüyorum. Oysa söz konusu olan bir “bölücülük”, üstüne üstlük bir “mezhebi bölücülük” olayı idi. Dahası bir de adı dosdoğru verilen “dış mihrak” da vardı. Başbakan, apaçık, Almanya’yı “mezhebi bölücülüğü” desteklemekle itham etti. Alman yetkililer bu ay içerisindeki ziyaretlerine herhalde “derslerine çalışmış” olarak geleceklerdir ve bakalım ne diyeceklerdir? Kendi adıma, dikkatle izleyeceğim…
Bu sözlerin önemsenmesi gereken birkaç boyutu var.
Birincisi şu: Sayın Başbakan, o sözcüğü telaffuz etmediği halde, “mezhebi bölücülük” derken besbelli ki Alevi meselesini kastetmektedir. Alevi meselesinin bir “ayrımcılık” meselesi veya din ve vicdan özgürlüğü meselesi veyahut da demokrasi, demokratikleşme meselesi olarak ele alınması, alışkın olduğumuz bir şey ve zaten bunların her biri de birbiriyle bağlantılı. Fakat “mezhebi bölücülük”, bir kavram ve saptama olarak literatürümüze yeni girmiş bulunuyor. Mezhebi farklılıkların dile getirilmesi ve bu bağlamda varsa sorunlar, bunların çözümünün talep edilmesi, dileyelim bu tür bir yaftalama ile karşı karşıya kalmaz…
Almanya’nın bu “mezhebi bölücülüğe” destek verdiği iddiasından kasıt ne olabilir? Bu da mevzunun ikinci boyutu oluyor. Öyle sanıyorum ki kastedilen, Almanya’nın Aleviliği bir inanç grubu olarak tanımasıdır. (Almanya’nın yanı sıra Avusturya ve İsviçre de bu yönde adımlar atmıştı.) Eğer mesele bu ise, Almanya demokratik bir ülkenin yapması gerekeni yapmıştır. Kendi ülkesinde yaşayan, çalışan, bazısı vatandaşlık hakkı da elde etmiş olan insanlar bu yönde bir talep ile ortaya çıktıklarında, bu talebi görmezden gelmeleri “demokrasi” olma iddiasıyla bağdaşır mıydı? Ya da demokrasinin asgari normlarından biri olan din ve vicdan özgürlüğü hakkı ile?
Konunun üçüncü boyutu ise Türkiye’nin kendisi ile ilgili… Alevilerin sonuç itibarıyla “eşit yurttaşlık” hakkı bağlamında değerlendirmek gereken taleplerini görmezden gelmekle, demokratik bir devlet olma iddiasının gereklerini yerine getirmede birtakım siyasi mülahazalar nedeniyle “isteksiz” davranmakla, başlattığı “açılım” siyasetinden vazgeçmekle Türkiye’nin bir Alevi sorunu olduğu gerçeği ortadan kaldırılmış mı oluyor? Bu alanda yaşanan tipik ayrımcılık problemleri hallolmuş mu oluyor?
Kuşkusuz ki hayır… Tam aksine, sorun daha da ağırlaşmış oluyor. Nitekim yaşanan da budur.
Sorunun ağırlaşmasının tezahürlerinden birisi, çeşitli güç odakları tarafından istismara açık duran bir “malzeme” oluşudur. Bunun sonuçlarını yakın tarihimizin acı deneyimlerinden çok iyi biliyor olmalıyız. Bu noktada istismarcılardan, sorun üzerine provokatif planlar, senaryolar yapan çevrelerden şikayet etmekten ziyade, sorunu bu durumdan çıkarmak, yani çözmek daha sağlam ve sağlıklı bir yol değil mi?
Konunun tartışılması gereken başka yönleri de var. Devam edeceğim…