Bazen bir söz bize istikbali sunar. Parlak bir aydınlıkta ardına kadar açılıverir kaygısız yarınların kapıları.

İstikbale giden yolda bize o parlak ışığı HDP Eş başkanı Selahattin Demirtaş sundu.

Geçtiğimiz gün CNNTURK'te Şirin Payzın'ın programına konuk olan Selahattin Demirtaş, gazeteciler Yalçın Doğan, Aslı Aydıntaşbaş ve Levent Gültekin'nin sorduğu sorulara samimiyetle cevap verdi.

Levent Gültekin; sayın başkan bize "Bilal'e anlatır gibi anlatın" dedi, Selahattin Demirtaş'ta kibirsiz, hamasetsiz, Bilal'lin de anlayacağı kıvamda tane tane anlattı.

90 yıllık cumhuriyet tarihi boyunca "ihtiyar yiyicilerin" siyaset adamı olarak anıldığı bir ülkede genç bir siyasetçi parlak zekası ve ölçülü üslubuyla ahlakımıza, hamasete ve istismara karşı tavizsiz duruşuyla da vicdanımıza seslenmekte.

İşte bu ilkesel tutarlılık bizim ışığımız olacak. Kederimiz hemen son bulmayacak belki ama memleketin üzerinde yol alan kara bulutlar dağılmaya başlayacak. Özgürlüğümüze kast eden ve bitimsiz bir karanlığa bizi mahkûm eden o meyus ruh hali kaybolup gidecek.

"Sayın Demirtaş, son olarak şehit ailelerine ne söylemek istersiniz? Meclise girmeniz halinde şehit annelerine ne vaat ediyorsunuz?

Şirin Payzın'ın sorusu makuldü ama Demirtaş'ın soruya verdiği cevap öylesine muhteşemdi ki, ön yargıyla bakanların bile yüreğine dokunmayı bildi.

"Ben o annelerden ancak özür dileyebilirim" başka ne vaat edebilirim ki!"

Bir yanda ölüm gerçeğinin getirdiği o çaresiz yıkım, diğer yanda ölüme rağmen hayatta kalmanın dayattığı zorluklar...

Sağ kalanların, geride yananların hicranını yüreğinde hisseden Demirtaş, verdiği bu cevapla öylesine insani bir çıkış yaptı ki, vicdan sahibi her bireyin sesi tarazlandı.

Kanın ve dini inancın en büyük hamaset aracı olduğu bir memlekette, bir siyasetçinin bunları elinin tersiyle itmesi, bunlara itibar etmemesi alışkın olduğumuz bir durum değil.

Değil çünkü; siyaset tarihimiz bu basiretsizlik üzerine kurulmuştur. Kanı kandan üstün tutan söylemler, ölenin kimliği üzerinden ölümün haklılığından bahseden nobranlık, bir inancı ataerklik tahkimli suç örgütüne dönüştüren takiyyecilik, Türkiye'nin siyaset kültürünün ya da kültürsüzlüğünün temellerini oluşturmaktadır.

Türkiye istikbal için öylesine karanlık bir duruma savruldu ki aklı başında bir iki laf etmek için çocukların ruh dünyalarından sorular sormak gerekiyor artık.

[Gün batımını görmek isterdim, acaba lütfeder misiniz? Güneşe batması için buyurur muydunuz?

Bir generale kelebek gibi çiçekten çiçeğe uçmasını ya da bir trajedi yazmasını ya da martı olmasını buyursaydım, o general de aldığı buyruğu yerine getirmeseydi suç kimde olurdu? Onda mı bende mi?

"Majestelerinde olurdu" dedi Küçük Prens korkusuzca.

Tamam. Herkesten verebileceği kadarını istemeliyiz. Otorite her şeyden önce sağduyuya dayanmalıdır.

Sen kalkıp halkına kendilerini denize atamalarını buyurursan ihtilal çıkar.]

Küçük Prens isimli çocuk romanından Türkiye'nin payına düşenler bunlar.

Saint Exupéry, elinde Kur'an meydan meydan dolaşan, bir vilayetten bir başka vilayette dini istismarın suyunu kurutan Tayyip Erdoğan'ı görseydi, bu cümleleri daha başka nasıl kaleme alırdı merak ediyorum doğrusu.

Otorite her şeyden önce sağduyuya dayanmalıdır. Oysa Türkiye'de bu sağduyunun esamesi okunmuyor. Halkı uçuruma sürükleyen pervasız bir anlayış var sadece.

Göreve başlarken tarafsızlığını koruyacağına şerefi ve namusu üzerine yemin eden, ancak geldiğimiz noktada anayasa bağlılık yeminini, herkese eşit mesafede olma koşulunu unutarak bir parti için seçim propagandası yaptığına, anayasayı açıkça ihlal ettiğine tanıklık ediyoruz.

Bu tanıklığa verilebilecek en makul cevabı da yine Selahattin Demirtaş verdi. Ve yine Bilal'lin anlamakta zorlanmayacağı berrak bir dille anlattı.

Artık yenilgi yenilgi yenilgi göreceksin, başka da bir şey göstermeyeceğiz. Çünkü, kendi değerlerine ihanet ettin. Sana oy veren müminlere ihanet ettin, sana verilen oyları hırsızlık için, hırsızları korumak için, sokakta insanlara işkence yapmak için, saray yapmak, saltanat sürmek için kullandın. Artık yenilgiyi hak ettin.