Hiç kuşkusuz Christoper Nolan filmi seyretmeyen yoktur. Hiç olmazsa Batman serisinin bir yerinden takılmıştır. 1970 doğumlu Nolan, Following’le başlayan sinematografisine onlarca film katmış ve kimilerine göre dahi kimilerine göre takıntılı ve anlaşılmaz filmler çeken bir yönetmendir. Sinemasal yönünü sinemacılara bırakarak ; haddimi aşmadan Nolan’ın çektiği filmlerin büyük çoğunluğunda kafayı takmış olduğu uzay-zaman algısı ve zamansal kırılmaların felsefi yönden bize ne anlatmak istediği üzerinde kendimce bir tartışma yapmayı düşünüyorum.

Bunu yaparken 4 film üzerinden değerlendirme yapacağım ; Memento, Inception, Interstellar ve son filmi Tenet.

Christoper Nolan filmlerinde zaman, hiçbir şekilde klasik bildiğimiz şekilde ve alışılagelmiş film formatında akmaz. Memento’da zamanı tersyüz eden, Insomnia’da gece gündüzü ayrımını muğlaklaştıran, Inception’da zamanın sınırlarını genişleten, Interstellar’da ise zamanı büken Nolan, Dunkirk ile zamanı üç farklı zamanın göreceli gerçekliğine ayırarak göstermiş; en sonunda Tenet’de ise entropiyi tersine çevirerek, geçmiş veya gelecek dediğimiz şeyin bir mihenk noktası olmaksızın bilinemeyeceğini ancak şu anın farkında olabileceğimizi fakat şu anın da hangi anın geçmişi veya geleceği olduğunu anlayamayacağımızı; zamanın anlaşılabilir değil hissedilebilir bir şey olduğunu bunun da kişiye ve olayın gözlemcisine göre değişebileceğini anlatmaya çalışmıştır.

Buna geçmeden önce zaman olgusunu incelemek gerekiyor. Zaman nedir ve nasıl işler?

Bilebildiğimiz evren 3 boyutludur ve biz bulunduğumuz noktayı veya tam koordinatı belirtmek için buna 4. boyut olarak zaman, daha doğrusu uzaysal zaman ekleriz. Uzay tüm evrendeki cisimlerin içerisine yerleştiği boşluk veya uzamsal alan olarak nitelendirirsek; zaman da bu cisimlerin bulunduğu alanı yani uzayı bükmesinden dolayı birbirlerine olan çekim kuvvetinin yarattığı uzaklığın dışarıdan bakan izleyiciye göre olan mesafe ölçüsüdür. Daha basitleştirirsek dünya ölçeğinde çok da fark etmeyecek nano saniyelerle ölçülen farklılıklar, evren boyutuna indirgendiğinde zaman; bulunulan mekana ve hıza göre değişecektir. Yani evren için her yerinde eşit olarak işleyen bir saat yoktur, farklı mekanlarda, hızlarda ve bulunulan konuma göre zaman da daha farklı işleyecektir. Örnek vermek gerekirse dünyadan kalkan bir uzay gemisi ışık hızına yaklaştıkça zaman dünyadakiler için hızlı, uzay aracındaki için daha yavaş daha yavaş akmaya başlayacak; veya büyük bir çekim gücüne kara delikler vs. gibi yaklaştıkça zaman yavaşlayacak, uzaklaştıkça hızlanacaktır. İşte bu da zamanın kişiye, konuma ve hıza göre değişik olmasını sağlar. Bu ilk kez Einstein ve Minkowski tarafından keşfedilmiş ve teorize edilmiştir. Bugün uzay araştırmaları, yörüngedeki uydular ve atom saatleri bu prensibe göre çalışmaktadır.

Bu bilimsel açıklamayı anlattıktan sonra konumuza dönelim Nolan yarattığı eserlerde zamanı sürekli bükerek, ileri geri oynayarak, bazen yavaşlatıp bazen hızlandırarak bize ne anlatmak istemektedir ve neden zamana bu kadar takıntılıdır?

Tom Stone’a hayatını anlattığı "The Nolan Variations: The Movies, Mysteries, and Marvels of Christopher Nolan" kitabında buna dair ipuçları buluyoruz:

"gençken zaman daha duygusal bir meseledir. gençler daha çabuk değiştikleri için bu konuda çok nostaljikler. 11-12 yaşlarındayken edindiğin arkadaşlarınla ilişkilerin artık farklıdır. hepsi farklı yönlere gitmiştir. her şey çok hızlı değişir. bence yirmilerinize ve otuzlarınıza vardığınızda zamana daha objektif daha mantıksal bakmaya başlıyorsunuz. sonra yolun yarısına geldiğinizde, yine o duygusal faza dönüyorsunuz; zaman tarafından nasıl kıskaca alındığınız fikrine takıntılı oluyorsunuz.

zaman, anlayabildiğimiz bir şey değil de, hissedebildiğimiz bir şeydir. güçlü bir zaman kavramı anlayışımız, hissiyatımız var ancak ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz. saatlerimiz var fakat zaman özü itibarıyla subjektiftir. ”

KENDİ İÇİNE DÖNEN HİKAYELER

Nolan 5 sene boyunca yatılı okuduğu Haileybury and Imperial Service College günlerinde askeri disiplinle yaşadığı ve zamanın o zaman çok daha yavaş aktığı, annesinin ABD’li bir uçuş ekibi görevlisi olmasından dolayı çocukluğunun transatlantik uçuşlarda geçtiği ve jetlag’a maruz kaldığı ve zamanın kendisi için çevresindeki arkadaşlarından daha farklı geçtiğini anladığını ve bu konu üzerinde düşünmeye başladığını, bundan dolayı filmlerinde bunu izlediği hatta Kip Thorne gibi dünyanın en büyük fizikçilerine filmlerinde danışman olarak görev verdiğini anlatıyor.

Filmlerinde bolca Droste effect (kendi içine dönen saatler veya birbirini sonsuza kadar iç içe devam ettiren görüntüler) veya Penrose Merdiveni (çıkıldıkça kendini tekrarlayan birbirine 90 derece dik ve kendi içine dönen merdivenler) tarzı objeler kullanan Nolan her ne kadar aksiyon, bilim kurgu tarzı filmler çekse de (şu anda dünyanın en büyük gişe hasılatlı yapıtlarını yakalamış ve milyarlarca hasılatı olan) filmlerinin bir iç anlatısı ve felsefi bir yönü var bana göre veya ben bu şekilde bir anlam çıkarıyorum. Zaten filmlerini hazır bir senaryo ekibi veya bir kalıp üzerine çekmez. Senaryosunu kendi yazdığı, görüntü yönetmenliğini ve editörlüğünü üstlendiği filmlerdir Nolan filmleri. Bu yüzden yazar-yönetmen olarak da anılır.

FELSEFİ YAKLAŞIM

Nolan’ın filmlerinde; zamanın doğası, rüyalar, hafıza ve kimlik inşası gibi varoluşsal ve epistemolojik konular yer alır.

Memento’da kahraman; kıyafetleri, arabası, yanında taşıdığı nakit paraları, dış görünüşü ile tamamen Amerikan Rüyası’nı temsil eden bir erkek bireydir. Kahramanın karısına tecavüz edilip öldürülmüştür ve karısının ölümünden önceki her detayı gayet normal ve sağlıklı bir şekilde hatırlarken, o günden sonraki anılarını hatırlayamamaktadır. Anıları 15 dk. da silinmekte, önceki gün ne yaptığını hatırlamamakta ve onun için zaman lineer bir şekilde işlememektedir. Çözüm olarak üzerine dövmeler yaptırmaya başlar, fotoğraflar ve dövmelerle hafızasını bedenine işlemeye başlar. Buradan, hatırlayabildiğimiz anılar kimliğimizi oluşturur düşüncesini (John Lock, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme) odağına alarak anılar, gerçeklik ve kimlik üzerine bize bir sorgulama yaptırır.

Inception ile hayaller, düşler ve rüyalar üzerine gider; katmanlı rüyalar üzerinden dış dünyanın gerçekliğini sorgular. ( Descartes gibi nesnelerin varlığından şüphe duymaktadır) Yaşadığımız hayatta ne, ne kadar gerçek diye sorar? Bilinçaltını Freudien bir şekilde sorgular. Bize şunu sorar veya söyler ; zihnin içinde ne kadar tutunmaya çalışırsan çalış hayat senin dünyadan aldığın deneyimlerin sonucu yarattığın bir rüyadan ibarettir. Aslında hepimiz sevdiklerimizi zihnimizdeki haliyle sevmiyor muyuz???

Interstellar (Yıldızlararası) filminde ise kahramanımız bir Wormhole (Solucan Deliği) üzerinden başka galaksilere, uzay zamanı bükerek bir yolculuk yapmak ve tükenen dünyadaki yaşamı başka bir galaksiye taşımak için yolculuğa çıkmaktadır. Fakat yolculuk sonrası zamandaki kırılmadan dolayı başka bir zamansal boyuta geçer ve kendi için zaman çok yavaş akarken kızı ve tüm dünya yaşlanmıştır. Sonucunda kahramanımız insanlığa yeni bir dünya bulmayı başaracaktır. Burada benim gördüğüm her ne olursa olsun genişlemeye ve tüketmeye dayalı kapitalist, ;ABD merkezli üretim ve tüketim tarzının dünya yok olma pahasına dahi olsa devam ettirileceği ve sonucunda başka dünyalar aramaya zorlanacağımız ve artık geri döndürülemez bir sürecin içine girdiğimizin yansımasıdır. ABD “demokrasi”si ilk kurulduğundan bu yana genişleme, fethetme daha fazla tüketme ve sömürülebilecek dünya ve insan kaynaklarını sınırına kadar tüketmeye programlanmış bir makinadır ve bu yok olma pahasına dahi olsa geri döndürülemeyecek; ancak yeni kaynaklar için evrende başka köşeler arama ve dünyayı taşıma ile sonuçlanacaktır. Sonuç olarak şu soru gündeme geliyor. Dünya sadece insanlardan oluşan bir ekosistem midir? Yaşanabilir başka bir gezegen bulunduğunda problem tamamen çözülmüş mü olacaktır? Bütün doğanın ve canlılığın insanlığa indirgenmesi ve insanlığın sonunun dünyanın sonu olması fikri ne kadar doğrudur? Bence sonuç olarak, sadece insanlığın kurtuluşu temasıyla ne kadar doğru bir çıkarsama yapılmamışsa da işlediği konular ve düşündürdüğü derin sorgulama bizi felsefi sorularla baş başa bırakıyor.

Son çekilen ve şu anda vizyonda olan filmi Tenet hakkında da birkaç söz etmek isterdim fakat spoiler verme korkusundan dolayı bunu daha sonraya saklayacağım. Malum coronadan dolayı filmi seyredememiş çok fazla kişi olabilir. Sadece şunu söyleyebilirim ; film dünyadaki entropiyi (maddelerin bozunumu sonucu ortaya çıkan enerji) tersine çevirerek zamanda ileri geri gidilen bir teknoloji üzerinden yine dünyanın sonu açmazına cevap arıyor.

Sonuç olarak Nolan üzerinden anlatılan ve gördüğümüz, yaşadığımız, hissettiğimiz herşey bugün dünyaya içkin ve fakat zamana aşkın olabilir.

Sağlıklı ve yaşanabilir bir dünya umuduyla…