Shakespeare’in Hamlet eserinde belirttiği bütün mesele “olmak ya da olmamak”tır. Descartes tanrıyı ve kendini arayışında sorduğu sorulara “Düşünüyorum öyleyse varım” cevabıyla ulaşmıştır. Sartre’a göre “İnsan dünyaya fırlatılmıştır ve burada irade ve bilinçten yoksun nesneler arasında kendisini inşa edecektir.”

Felsefenin temel sorunsallarından biri olan insanın varoluşuna anlam arayan insanın cevaplamaya çalıştığı temel beş soru şöyle sıralanabilir:

1. Hayatın anlamı nedir?

2. Geleceği bilmek ve belirlemek mümkün müdür?

3. Ölümden başka bir hakikat var mıdır?

4. Kaderimizin sorumluluğu kime aittir.

5. Hayatta yalnız mıyız?

Bunlara ilişkin verilen yanıtlar, Antik Yunandan bu yana felsefenin ve dinlerin; günümüzde ise birçok sosyal bilimlerin konusu haline gelmiştir. Felsefe tarihine bakıldığında bu konuya ilişkin ilk yaklaşımları Sokrates’te görmek mümkündür. Sokrates’in insanı merkeze alan felsefi bakış açısı daha çok ahlak felsefesi temelinde şekillenmiştir. Uzun bir felsefe ve düşünce serüveninden sonra bu arayış ;20. Yüzyıl ile birlikte yerini varoluşçuluğa bırakmıştır. Varoluşçuluğun insan merkezli yaklaşımı Sokrates’in yaklaşımından farklıdır.

Çünkü, 20 yüzyılda hem insana bakış açısı değişmiş hem de insanın sorunları ve sorumlulukları artmıştır. İnsanın üzerindeki kuşatılmışlık ve sorumluluk genişlemiş, sorunlar yumağı ile boğuşan insan çaresizlik içinde yeni arayışların öznesi haline gelmiştir. Varoluş felsefesi özü itibariyle insan varoluşunun anlamını ve insanın kendini gerçekleştirme olanaklarının bütününü ifade eden, kısacası insanı konu edinen, insana yönelen bir felsefedir.

Varoluşçuluk, 19. yüzyılın ortalarında, baskın sistematik felsefeye karşı bir tepki olarak doğmuştur. Soren Kierkegaard, kendisi terimi kullanmamış olsa da genel olarak ilk varoluşçu filozof olarak kabul edilebilir. Kierkegaard hayata bir anlam yükleme sorumluluğunun da bir hayatı tutkuyla, ciddiyetle ve "otantik" yaşama sorumluluğunun da toplumun ya da dinlerin değil, sadece ama sadece bireyin omuzlarında olduğunu düşünür.

İlk çağlardan bu yana felsefede bir öz, töz, cevher, hakikat, görünür ve algılanan dünya tartışması vardır. Varlığı ve var olanı bir arkhe'ye, yani her şeyin yaratıldığı bir öze indirgeme çabası; 2500 yıl önce yaşamış Thales'e kadar götürülebilir. Anaksimandros, Anaksimenes ve Demokritos gibi doğa filozofları, dünyada var olanın kaynağını, Arkhe’ye indirmiş ve kendilerince bir çözüm üretmişlerdir. Kimileri bu arkhe’yi su, ateş, toprak veya aperion dedikleri ruhla açıklamışlardır.

Platon’un idea anlayışı bu arkhe felsefesinin en gelişmiş ve en sistematik biçimini oluşturmuştur. Mağara alegorisi örneği üzerinden; görünen dünyayı, kavranan ve asıl gerçek olan idealar dünyasının görüntülerine indirgeyerek açıklamaya çalışmıştır. “Asıl bilgi”, idealar dünyasında bulunan idelerin bilgisidir. “Bir şeyin yansıması, kopyası, ondan ne kadar ayrıysa, sanıyla bilgi de birbirinden o kadar ayrıdır.” [1] Bunun sebebi iki dünya arasındaki farklılıktır. İdealar dünyasında, görünür dünyanın aksine değişme, hareket, oluş ve bozuluş yoktur. İdealar dünyası, öncesiz ve sonrasız, sabit ve değişmez varlıklardır. Hareket halinde değillerdir, bir mekânda da bulunmazlar, görünür dünyada bulunan varlıkların aksine eksik ve kusurlu değillerdir, duyumsanabilir evrenin nedeni olan ideal varlıklardır. İçinde yaşadığımız bu duyumsanabilir evren tüm boyutlarıyla ideal evrenin bir yansıması ve kopyasıdır.

Aristoteles'in mantık anlayışı ise, “insanın var olanı, kendi düşünme gücüyle aydınlık kılabileceği” düşüncesine dayanır. Onun mantık sisteminde varlık, hiyerarşik bir düzen içinde ortaya çıkar: “Tözün kendisi, bir cinstir; onun altındaki cisimdir. Cismin altında akıllı hayvan, akıllı hayvanın altında insan, insanın altında da en son olarak tek tek insanlar vardır. ” [2]

Bütün bir ortaçağ boyunca ; Hristiyanlığın Avrupa’ya yayılması, İncil ve İsa’nın öğretisinin hakikati gösteren tek doğru olarak kabul edilmesinin sonucunda , Antik dönem Yunan Felsefesi ve düşünce biçimi terk edilmiştir. Hatta Justinianus döneminde felsefeye gerek kalmadığı gerekçesiyle Platon’un Akademia’sı imparator tarafından kapatılmıştır. Tek gerçek vardır o da İsa’nın işaret ettiği tanrı, onun kutsal oğlu İsa ve kutsal ruhtur. Fakat bu yeni dinin ve teolojinin de bir felsefeye ihtiyacı vardır. İşte o felsefe ve ilahiyat, Platon ve Aristo’yu skolastiğe göre yorumlayarak veya bozarak gerçekleştirilmiştir. Şöyle ki; Tümel yani genel kavramların, Tanrısal ideler olarak, “nesnelerden önce” başlı başına objektif realiteleri vardır. “Universelia sunt ante rem” Bu anlayışın adı aşırı realizm, başlıca temsilcisi de Anselmus’tur.

Ya da tam tersi anlayışta Ockhamlı William gibi nominalistler: Tümel kavramlar nesnelerden sonradır. “Universalia Sunt Post rem” onlar, bizim sonradan kurduğumuz sübjektif kavramlardır; ya da, sadece, nesnelere vermiş olduğumuz adlardır (nomen). Bu, anlayışa da nominalizm”denir;

Tümel kavramların nasıl elde edildiğine ilişkin tartışmanın yanıtları da Aristotelesçi gelenekle Agustinus'un görüşlerinin çatışması biçiminde ortaya çıkmıştır. Agustinusçu görüşe göre, “biz ideaları (tümel kavramları) Tanrı’da seyrederiz. ” Tanrıdan gelen bir “ışık”, bir esin bize ideaları gösterir; sonra nesnelerde yine buluruz bunları. Aristotelesçi anlayışa göre ise tümel kavramlara vardıran yol, algıladığımız tek tek ‘nesneleri karşılaştırma ve soyutlama’ üzerinden geçer. "

Rönesansla birlikte tüm bu anlayışlar yerini yeni anlayışlara terk eder. Francis Bacon, hakikati ortaya koymada iki yöntem olduğunu söyler. “Bunlardan biri duyulardan ve tek tek olgulardan yola çıkarak en genele doğru hızla ilerler ve tartışılmaz gerçeklik sanılan en genel doğrulara doğru ilerleyerek aradaki aksiyomları keşfeder

Öteki ise duyulardan ve tek tek olgulardan başlayarak en genel aksiyomlara yükselene kadar aralıksız ve derece derece artarak kendi aksiyomlarını kurar. İşte bu, doğru olmakla birlikte henüz denenmemiş bir yoldur. ” İnsanın, hakikate ulaşmasını engelleyen şeylerden ilki kendi doğasına , ikincisi bireyin kendisine , üçüncüsü topluma , dördüncüsü ise çeşitli felsefelere aittir. İnsan zihnini, kendi doğasından, bireyselliğinden, içinde yaşadığı toplumdan ve etkisi altında olduğu felsefelerden ve bunların etkilerinden temizlenip arındırılmadıkça hakikate ulaşmada hep güçlük çekilecektir. [3]

Descartes ise amacının insanlara , kendi aklını ne biçimde kullandığını göstermek olduğunu söylediği Metot Üzerine Konuşma’da, yöntemli bir kuşkuculuk anlayışı ortaya koyar. Kendi varlığından, evrenin ve Tanrı’nın varlığından, tümel değerlerden ve matematik bilgilerden kuşkuya düştüğü ve her şeyin bir rüya olabileceği kuşkusuna kapıldıktan sonra, bütün bunları düşünen ve bütün bunlardan kuşkuya düşen bir düşünce ve bilinç varlığı olarak kendi varlığının kesinliğinden kuşkuya düşemeyeceği görüşüne, bu şekilde kendi varlığının kesin bilgisine ulaşır (cogito ergo sum-kendimden kuşku duyuyorum, öyleyse düşünüyorum, düşündüğüme göre ben düşünen bir şeyim, düşünüyorum öyleyse varım) : Varlıklarından kuşkuya düştüğü diğer varlıkların var olduğu sonucuna da, kendi varlığı hakkındaki bu bilinçle varır. Kendisi var olduğu için; artık içinde yaşadığı bir evren ve sonlu zihnine sonsuz varlık düşüncesini yerleştiren bir Tanrı da vardır.

Kant ise , matematik ve doğa bilimlerindeki sentetik apriori yargıları (önsel, olağan, deneyimden önce gerçekleşmiş), metafizik için ön kabul eder ve metafizikte de bu yargıların mümkün olup almadığını araştırır. Saf Aklın Eleştirisi adlı yapıtında kendi ifadesi ile söylersek, “Tüm bilgilerimiz duyulardan başlar, oradan anlama yetisine geçerek akılda sonlanır. ”[4] Anlama yetisinin kategorilerini, algıların bir biçimi olarak düşünür. Buna göre, düşünmemizi sağlayan kavramlar anlama yetisinin kategorileridir, içeriği ise algılar yoluyla var olandan elde edilir. Anlama yetisi, nedensellik ilkesine göre zaman ve mekan içerisinde sürekli başka şeylerle olan bağıntılar üzerinden kendinden öncesine bağlanır ve kendisine bir sonraki sonucu sağlar. Dolayısıyla bu nedensellik içinde birbirine bağlanan kavramlar bize zincirleme bir anlam dizesi verir ve biz aklımızda bunları birleştirerek bir şema kurar ve bu bağıntıları bütünsel bir halde anlamaya başlarız. Düşünüyorum diyebilmenin tek şartı budur.

Ancak, matematik, geometri ve doğa bilimleri kuşkuya yer vermeyecek derecede kesindir. Bu bilimler varlıkları soyutlayarak, sadece özlerle ilgilenirler. “Buna göre bilim, her zaman özdekçi-materyalist kalacaktır, hiçbir zaman varoluşçu olamayacaktır”

Hegel’in varlığı baştan sona bir bütünlük içinde izah etmeye çalıştığı Geist(ruh, töz) merkezli sistemidir. Hegel için varlık tözün açılımıdır. Tarih, Geist'ın kendini açması, ifşa etmesidir. Töz, var olandan önce gelir, onun varlık nedeni olur. Hegel’in felsefesi baştan sona bu tözcü sistemin kurulması biçiminde gerçekleşir. Bu sistemi anlamak için yeterli çabayı gösterdiğini söyleyen Kierkegaard, kendi varoluşçu söylemini oluştururken, Hegel’in bu tözcü dizgesini kendi felsefesi için bir eleştiri merkezi haline getirir. Varoluşçuluk kaynağını bu sert eleştiri biçiminde bulur. Buradan kendi varoluş felsefesini yaratır.

Marx ve Engels’te ise Hegel'de "idealist bir kabuk" içinde saklı ve "baş aşağı çevrilmiş" olarak bulunan diyalektiğin özünü ortaya çıkarabilmek için onu tamamen materyalist temelde yeniden ele almak gerektiğini savunmuştur.

"Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam-süreci, yani düşünme süreci —Hegel bunu "Fikir" ("Idea") adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür— gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca "Fikir"in dışsal ve görüngüsel (Phenomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir." (Das Kapital, Almanca ikinci baskıya ön söz)

Marx, idealist felsefeyi toptan reddederek; insan düşüncesinin temelini maddi hayatın belirlediği, insanda ve maddede herhangi bir madde dışı öz (töz, cevher) bulunmayacağı ve tarihin, maddi hayatın ve insan yaşamının temelinin toplumdaki sınıflar mücadelesi üzerinden belirleneceğini bunu kavramak için de metod olarak diyalektik yöntemin zorunlu olduğunu belirtmiştir.

Görüleceği üzere idealist felsefede insan ve insan varoluşu doğrudan bir sorun oluşturmamış, felsefenin ilgi alanına girmemiştir. Geleneksel felsefe mantıkla kavranabilecek tümel kavramlara yönelirken, bilimsel merak da doğaya, doğanın kavranabilir yasalarına yönelmiştir. İnsan varoluşu, değişmenin, kararsızlığın, gelip geçiciliğin bir alanı olarak yine felsefenin gündeminden uzak kalmıştır.

İşte bu noktada varoluşçuluk, öze değil varoluşa yönelirken bir itirazı da dile getirir: Bu itiraz insan varoluşunu ihmal edilmesine karşıdır. İnsan bilimsel, deneysel ve mantıksal yönden kavrayabileceği soyut ve somut konulara yönelirken insan varoluşu yine ihmal edilmiştir.

Peki öz nedir ve ben diye bahsettiğimiz şey nedir. Sartre’a göre "Başkasının varlığı karşısında çekinceli bir tutum takınan , ben ve başkası arasındaki bağı hiçlik oluşturur. Bu hiçlik ben ile başkası arasındaki her ilişkide bir karşıtlık oluşturur. Çünkü hiçlik, uzaklıktan kaynaklanan ayrı bilinçlerin yalnızlığı arasında herhangi bir bağın mevcut olmayışından kaynaklanır: Eğer başkası, benim olmadığım ben ise taşıdığı kendidir. Bu sebepten benim varlığımdan ayrı ve benim dışımdadır. Dış dünyayı ancak ben bilebilirim başkaları bizi tam olarak tanıyamazlar. Benim için başkası, “nesneler arasında bir nesne olarak yer aldığım, erişilmesi olanaksız deneyimlerle bağlı bir dizgidir. " [5]

Sartre’a göre hayatın önceden gelen bir anlamı bulunmamaktadır çünkü “varlık özden önce gelir”. [6] Felsefede temel bir sorun olan hayatın anlamına kökten bir bakış sunan Sartre özü kabul eden tüm doktrinlere -din veya varoluşu özden başlatan idealist felsefi düşüncelere (Hegel’in Geist’ı gibi)- karşı çıkar ve insanların kendilerine bir anlam seçmede özgür olduklarını savunur. Sartre için varoluşu anlamak otantikliği anlamadan geçer. Çünkü düşündükleri, arzuladıkları, inandıkları ile uyumlu bir şekilde davranan, herhangi bir dış baskı altında kalmadan bunu yapabilen insan tam anlamıyla özgürdür.

Modern Dünyada milyonlarca insan her sabah yatağından kalkar, güne kendini hazırlar , işine veya okuluna gider, akşam belli bir saatte evine gelir. Kendisi ve ailesiyle 3-5 saat geçirdikten sonra yatar ve ertesi gün aynı şekilde bu hayat döngüsü devam eder. Gerçekten insanların büyük çoğunluğu böyle bir rutin ile yaşar. İnsanların düşünebilme ve sorgulama yetenekleri olmasına rağmen; bu rutinle tüm ömrünü geçiren insanın, kendi öz benliği veya varoluşu ile ilgili ne kadar düşünebildiği ve hayata ilişkin bir anlam arayışı, modern hayatın içinde kendini maddi uğraşlara devreder.

Sonuç olarak antik çağdan bugüne felsefe dünyası ve düşünce tarihi içinde gezindik. Tüm bunlardan benim çıkardığım sonuç ise; varoluşun veya insanın; özünde gizli, kutsal kitaplar veya felsefi olarak ortaya çıkarılacak bir anlamı olamayacağıdır. Bu insana ve evrene, insan bakışlı bir gözle bakmamızdan kaynaklanıyor ve bizde sürekli bir anlam arayışı yaratıyor. Tüm anlam aşağıdaki zaman çizelgesinde olduğu gibidir ve bunun dışında başka bir gerçeklik aramaya ihtiyaç yoktur.

Kendimize bu kadar önem atfederken , bugüne geldiğimiz karanlık geçmişten, milyonlarca yılda oluşmuş yıldız tozlarından(öz, töz, cevher) tekrar aynı karanlığa döneceğimizi unutmadan bi geleceğe bakış atalım;

10⁰ yıl içinde yakınındaki bir kişi coronadan ölecek.

10¹ yıl içinde en sevdiğiniz evcil hayvan ölecek.

1o² yıl içinde öleceksin.

1o³ yıl içinde sizin büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-büyük- büyük-büyük-büyük-büyük-torunlarınız ölecek.

1o⁹ yıl içinde Dünya ölecek. Güneş o kadar ısınacak ki okyanuslarımızı kaynatacak.

1o¹⁰ yıl içinde güneş ölecek. Yerçekimindeki değişiklikler, güneş sistemimizin gezegenlerinin kömürleşmiş kalıntılarının birbiriyle çarpışmasına neden olacaktır. Sonra ölü güneşimizin beyaz cüce çekirdeğine doğru dönecekler.

1o¹¹ yıl içinde Samanyolu ölecek. Samanyolu Galaksisi , kendisi de bu süreçte ölecek olan komşu galaksi Andromeda ile birleşecek. Çağlar boyu süren kozmik şiddetten sonra, süper kütleli kara delik çekirdekleri birleşecek.

1o¹⁵ yıl içinde tüm yıldızlar ölecek. Yeni yıldızlar oluşturmaya yetecek kadar madde kalmayacak. Hepsi bitecek. Sadece kara cücelerimiz, kara deliklerimiz ve radyasyonumuz olacak. Evren kararacak.

1o³⁰ yıl içinde madde ölecek. Kara delikler tarafından tüketilmeyen herhangi bir proton nötrinolara bozunmaya başlayacak.

1o¹⁰⁰ yıl içinde kara delikler ölecek. Tamamen buharlaşacaklar. Geriye kalan tek şey radyasyon olacak.

***

Evrene ilişkin tek bildiğimiz, bu tek yönlü bir yolculuk. Bir şeyin tekrar var olmasını beklemek için hiçbir neden yok. Ve bizi gelecekte bekleyen tek şey mutlak sıfır yani mutlak karanlık.

___________________________

[1] Platon, Devlet

[2] Aristotales, Porphyrios, Isagoge, çev. Betül Çotuksöken,

[3] Francis Bacon, Novum Organum

[4] Kant, Saf Aklın Eleştirisi

[5] Sartre, J. P. (1946). Existentialism Is a Humanism.

[6] Sartre, J. P. (1946). Existentialism Is a Humanism.