Cumhurbaşkanı Gül’ün PKK’nın son saldırıları hakkında yaptığı “akıl yoksunu ve akrebin kendi kendisini sokması gibi” değerlendirmesine ana hatlarıyla katılıyorum. Uzun yıllardan beri her vesileyle “artık silahlı mücadele dönemi bitti” diyen bir hareket ve örgütün, her başı sıkıştığında (veya birileri tarafından sıkıştırıldığında) hemen silaha başvurmasını makul gösterecek hiçbir şey olamaz. Hele sokak ortasında sivil kıyafetli astsubayları kafasına kurşun sıkarak öldürmek, halı sahada futbol oynayan polisleri, onları izleyen eşleriyle birlikte katletmek, bir yerden diğerine giden şahısları sırf devlet memuru oldukları için kaçırmak, kimin geçeceği belirsiz yerlere mayınlar döşemej gibi hareketler “yanlış”tan öte tiksindirici.

Biliyoruz, PKK’ya yakın çevreler son günlerde tımanan silahlı saldırıları meşrulaştırmak için geçmişte (veya hâlâ bugün) askerin, polisin, özel timlerin, diğer devlet memurlarının yaptıkları zulümleri gösteriyorlar.

Onlara “yanlışı yanlışla düzeltemezsiniz” dememiz ve düşmanının silahıyla silahlananın düşmanından hiçbir farkı kalmadığı uyarısında bulunmamız gerekiyor. Ve tabii ki tekrar tekrar “silah” ve “şiddet”in siyaset içindeki yerini tartışmamız.



PKK’nın değiştirdiği Türkiye

Türkiye’de resmi ideoloji yıllar boyunca Kürtlerin ve Kürtçenin varlığını inkar temelinde şekillendi ve buna aykırı davrananlar baskı, zulüm ve işkenceyle susturulmak, bastırılmak istendi. Ülkemizde siyasi iktidarların Kürtlerin varlığını kabulünde ve adım adım ret, inkar ve asimilasyon politikalarından vazgeçmelerinde birinci faktör PKK’nın silahlı eylemleri, daha doğrusu devletin ne bu eylemleri bastırmada, ne de hatırı sayılır ölçüde vatandaşın örgüte yönelmesini engellemede başarısız olmasıdır. Diğer bir deyişle Kürt sorununun doğrudan bir sonucu olarak doğan PKK, bu sorunun ülke gündeminde birinci madde haline gelmesinin de öznesi olmuştur.

Tabii burada “keşke” ile başlayan bir cümle kurabiliriz, kurmamız şart: Keşke devlet, Kürt sorununun varlığını onca kayıptan sonra “mecburen” değil, daha yolun başında “gönüllü” olarak kabullenseydi. Ama olan oldu bir kere, artık önümüze bakmamız lazım. Önümüze baktığımızdaysa ilk gördüğümüz, artık Kürt sorununun varlığının ülkenin büyük bölümü ve hatta devlet tarafından kabul edildiği; sorunun kalıcı bir şekilde çözümü için pekçok inisiyatifin başlatıldığı ve başlatılabileceğidir. Gelinen bu olumlu aşamadan sonra silaha hiç ama hiçbir şekilde yer yoktur.

BDP’ye düşen rol

BDP liderliğindeki son “sivil itaatsizlik” kampanyasının şaşırtıcı başarısı; yine BDP destekli bağımsız adayların son seçimlerin ikinci büyük galibi olmaları, Kürt sorununda artık silahların değil barışçı, yasal siyasi mücadelenin egemen olduğunu bizlere gösterdi. Belki de PKK yöneticilerinin, BDP’nin seçim zaferinin hemen ardından eylemlerini tırmandırmasında bu olguyu hazmedememelerinin de rolü vardır.

Aslında BDP ürkek davranmayıp, çağın kendine yüklediği misyonu yerine getirmeye talip olsa, yani Kürt sorununda inisiyatifi ele almaya girşse, “kendi kendini tüketecek” (Gül’ün deyimiyle “sokacak”) bir şiddet sarmalına kapılmış olan PKK’yı da bir bakıma kurtarabilirdi. Bazılarına hayal gibi gelebilir ama, BDP’nin bugün bu hamleyi yapmıyor olmasının, yarın da yapmasının imkansız olduğu anlamına geldiğini düşünmüyorum.

Toparlayacak olursak, Türkiye’nin Kürt sorununun çözümü için öncelikle silahların susması; bunun için öncelikle PKK’nın silahsızlandırılması; bunun için de, bir şekilde PKK’nın silah bırakmaya ikna edilmesi kaçınılmaz. PKK’yı ikna da onu kıyasıya eleştirmekten geçiyor.

Çünkü silahlar susmadığı müddetçe söylenen sözlerin hiçbir hükmü yok.