Susurluk skandalı, Şemdinli olayları son dönemlerin bildik kara olayları...

Katille anıldılar. Göz göre göre oldular. Göz göre göre örtbas edildiler.

Savunuldular, çarpıtıldılar. Sistemin seçtiği ve verdiği birkaç kurbanla geçiştirildiler...

Onlardan geriye sadece kurbanlar, maktüller değil, gerçekler de kaldı...

Bir de bellek...

Bu bellek ve gerçek, geçmiş zamanı, şimdiki anı ve geleceği bir hamlede kuşatıyor.

Gerçek ve bellek sessiz kaldıkça, insan zihnine hapsoldukça yaşayanı da yaşatanı da kavurarak yönetmeye devam edecek.

Devam ettikçe tekerrür de edecek.

Mazlum, zalim, zaman değişse de o gerçek tekrar üreyecek. Ve bellek yine zindanda yaşayacak.

Gerçeğin bellekten dışarıya sızması ve belleği boşaltması için bilinmesi, hissedilmesi yetmez. Görülmesi, bilinmesi, tanınması gerekir.

Yüzyıllar boyu insana, insanoğluna yol aldıran, gerçekle yüzleşme olmamış mıdır? Medeniyetin vasıtası değil midir, itiraf?

Kabul ve yüzleşme bugün demokratlaşmanın olmazsa olmaz iki şartı olarak neden tekrar edilip durur?

Evet, Türkiye yol alıyor...

Toplumsal his, sıhhatli bir istikamette ilerliyor...

Konuşma, kendinle görüşme, tartışma çabası var ortada... Böyle oldukça siyaset, devlet buruluyor, değişime direnci azalıyor.

Azalıyor ama, direnç bu...

İtiraf, yüzleşme, kabul, hesaplaşma hala yasak...

Hele söz konusu olan kara olaylarsa, ideolojik suskunluk ve örtbas açısından Şark cephesinde henüz yeni bir şey yok...

Ağar'ın kimi suikast silahlarını Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı gibi hem aranan hem kullanılan suçlulara verme emrini "devlet sırrıdır, açıklayamam" diye geçiştirmesi örnek değil mi?

Başa sar, geri sar...

Kürt çekti çekiyor, Türkler çekti çekiyor... Çekecekler... İtiraf, yüzleşme, hesaplaşma, sorgulama yasak kaldıkça...

Nereye kadar geri sarmalı?

1915'e, 1909'a, 1890'a kadar mı?

Suçu kimde aramalı? Mazlum da değişiyor, zalim de... Hatta yer değiştiriyor... "Ermeniler versus Kürtler ve Türkler", "Türkler versus Türkler", "Kürtler versus Türkler"... Herkesin sırası geliyor...

Zira değişmeyen hep o bellek ve hep o zihniyet...

Velhasıl söylemek yetmiyor, "ürkek ve tedirgin", "cesur ve yalnız" veya "küstah ve nobran" itiraflar kafi gelmiyor yüzleşmek için...

Cesur, ama yalnız, yalnız kaldıkça sessiz itiraflar neyi değiştirdi peki?

İşte bir örnek, hem de en oturaklısından... 1913'te Trakya orduları başkumandanlığı, Harbiye Nazırlığı, 1916'da Kafkasya Cephesi Genel Kumandanlığı, Sadrazamlık ve Genelkurmay Başkanlığı yapmış olan Ahmet İzzet Paşa'nın örneği...

Şöyle yazıyor 1924'te:

'Ermeni meselesinde izlenen hareket tarzıyla, bu yüzden ortaya çıkan feci olaylar bir siyasi hata mıdır? Yahut fazla olarak bunun bir cinayet kabul edilmesi de gerekir mi? Ve bu halde bunun sorumluluğu bazı özel kimselere mi ait, yoksa ahlaki bir cinayet şeklinde bütün millete mi şamil? İşte bu noktalar gerçekten tartışmaya değer. Benim inancıma göre, bu hareket tarzı kazandığı şekil ve genişlik bakımından büyük bir siyasi hata idi. Zorlayıcı bir sebep olmadan insan kanı akıtmak genel olarak bir cinayettir. Özellikle işin içine kin ve şahsi çıkar da karışırsa kötülük daha da büyür. Dolayısıyla böyle bir meselede suçu işleyen kimselere hepimiz nefretle ve lanetle bakarız.'

Baştan sar, geriye sar...

Ve dur tarihin her hangi bir yerinde...

Göreceksin:

Yüzleşme yok... Kimlikleri kuşatan korkulardan, korkuların ürettiği şiddetten başkası yok...

Yüzleşme, siyasi, toplumsal ve şeffaf olduğu zaman yüzleşmedir...

Bir gün olacak...

O gün o bellek sönecek, o gerçek tükenecek, zihinler özgürleşecek...

Ve tüm bunlar burada, bu ülkede, Türkiye'de, Türkler eliyle, demokrasi ışığında olacak...