Sevgili günlük,

Bir şeylerin yolunda gitmediği en başından beri belliydi aslında. Bu çıkmazın nedeni az “zamanda çok işler” yapmaya kalkışmamızdan mıdır bilinmez ama bildiğim tek şey toplumla sürekli bir kavga içerisinde olduğumuzdu.

Kendini, halkın aydınlanmasına adamış bizler bu halk tarafından anlaşılamadık işte. Bizler; asker-sivil bürokratlar, bizler; bir avuç burjuvazi, bizler; az sayıda toprak ağası olarak “devrim” yapmış ve ulusumuzu “yedi düvele” karşı korumuştuk.

Şimdi belki de sıra birilerinin halkı bize karşı korumasındaydı. Kolay değil, toplumsal ve siyasal düzeni yeniden kurgulayarak yeni bir devlet, yeni bir toplum modeli yaratmanın hayalindeydik.

Kararlıydık, “on yılda on beş milyon genç yaratacaktık her yaştan” ve takvimler 1933 yılını gösterdiğinde bunu başarmanın sevincini her baloda, her milli etkinlikte bayrak sallayarak haykıracaktık çılgınca.

Ama bu yarattığımız on beş milyonun yanında astığımız da oldu çok. Bu idamlar bugün kaldırılmasını şiddetle istediğimiz özel mahkeme kararlarıyla oldu hep. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında yegâne koruyucumuz önce Ata’mız sonra bu İstiklal Mahkemelerimiz olmuştu.

Tamam, savcı dışındakilerin hiçbiri hukukçu değildi ama biz meclis olarak onları hukukçu yapmıştık. Bu mahkemelerde verilen kararlar hemen uygulanmak zorundaydı. Temyiz hakkına gerek bile yoktu. Karar için kanıta gerek duyulduğunu da duymadım hiç.

Bizim “Üç Aliler Divanı’nın” kanaati idam için yeterli bir gerekçeydi. Bu idamlarda bazen başkasının yerine idam edilenler falan olmuştu ama bu durum mahkememizin adaletini asla gölgelemedi.

Ne yani “analar ağlamasın” diyenlere mi kanacaktık. Analar elbette ağlayacaktı, nitekim ağladılar da, hem Menemen’de hem de Dersim’de.

Doğrudur, bedeli ağır oldu bunun. Biliyorsunuz, değişmez kuraldır, her devrim önce kendi çocuklarını yer. Bizde de öyle oldu. Önce seçimle muhalifleri sildik meclisten. Meclis dışında olan partilerini de kapattık. Bu ikisi de yetersiz kaldığında milletvekillerinden yaratığımız hâkimlerimiz devreye girdi.

Geriye dönüp baktığımızda İstiklal Mahkemelerimiz sayesinde düzene muhalif, şapka kanununa karşı, İttihatçı, komünist ve saltanatçı 7500 kişiyi yargılayıp 660 kişiyi idam etmişiz. 3280 kişiye de ağır cezalar verdik ama önemli olan çağdaş uygarlığa giden yolu açmaktı. Hala o yolu açmaya çalışıyoruz ama bu sefer Çankaya dâhil her yeri ele geçirdiler. İşimiz zor yani, hem de çok zor.

Şimdi yaşananlara bakıyorum da yine bir “kel” bir “kılıç” bir de”necip” Ali’ye olan ihtiyacımız artıyor. Zaten “devrim kanunları uygulansın” diyen partililerimizin Silivri’de, 13 bin kişilik idam listesi hazırlayan gençlerimizin kamuoyunda mahkûm edilmesinin nedeni bu korku.  

Neyse, kaldığımız yerden devam edelim. İstiklal Mahkemelerimiz sayesinde tüm muhalifleri etkisizleştirdikten sonra “bize muhalefet gerek” dedik ve tamamen kontrolümüzde olan bir partiyi kurduk. Gazi, partinin kuruluş çalışmalarına bizzat kendisi öncülük etti.

Sisteme imanından şüphe etmediğimiz arkadaşlarımıza yeni partinin kuruluşunda yer verdik.

Ama kısa süre içerisinde, partinin başkanı Fethi Okyar’ın İzmir’de coşkuyla karşılanması, yurdun her tarafında partiye olan ilgi, erken uyanmamızı sağladı.

Demokrasi için, evet, henüz çok erkendi. Tanrı göstermesin, demokrasi tuzağına düşüp Serbest Cumhuriyet Fırkası’na ses çıkarmasaydık cumhuriyet elden gidebilirdi. Serbest Cumhuriyet Fırka’sının kuruluş hikâyesi böyledir sevgili günlük.

Doğrudur, biz, halkın kendi kendisini yöneteceği bir cumhuriyet kurmuştuk. Yalnız bu cumhuriyeti hemen halka vermeye gönlümüz henüz razı değildi. Baksanıza 1950’de verdiğimizi 1960’ta, 1971’de, 1980’de, 28 Şubat’ta ne kadar almaya çalıştıysak başaramadık. Bir de 1930’larda verdiğimizi düşünün. Tanrı korusun, böyle bir durumda bugün belki bu yazıyı Arapça yazmak zorunda bile kalabilirdim.

Neyse sevgili günlük, çok uykum var, ara ara yazarım böyle, yarın yeni çalışmalar için gecekondulara gideceğiz. Gerçi kadim dostum Mümtaz, Ulusal Kanal’da pazarlanan Atatürk’ün sevdiği şarkılar cd’sini almış, “gel rakı içelim, bu halk adam olmaz, uğraşma boşuna” diyor ama ben genel başkanımızı dinleyip halkla buluşacağım.

Biliyorum, televizyonlara reklam verdik, olmadı, biricik gazetemizin sür manşetinden haber yaptık, olmadı, meydanlara çıktık, koca profesörleri yanımıza aldık, ordu göreve, diye bağırdık, 367 dedik, kapatma davası açtık, yine olmadı. The Economist bile farkında ama halkımız hala tehlikenin farkında değil.