Her aradığım sorunun yanıtı, bugünlerde geçmişime götürüyor. Yeni hayatlara ulaşmaya çalıştıkça tekrar tekrar geçmişim yakama yapışıyor. Sevdiklerim puslu bir havada belli belirsiz martı gibiler. Uzaktan kanatlarındaki ışıklarını görüyorum. Yaklaşmaya çalışınca, elimi uzatınca yine kayboluyorlar. Umudum azaldı bu dünyadan. Anlaşılmazlığımla göç edeceğim gibi. Yine de kendimi yollara vurmak, dinliyor görünenler çoğunlukta dahi olsa onlarla konuşmak istiyorum. Mazi kalbimde bir yaradır. Durmadan yargılıyor beni. En çok da onun yüzü. Gözündeki ışıklı bakışlarla geçmişimi ve geleceğimi ikiye böldü. Geçmişime dönemiyorum, geleceğim ise o ışıklı bakışlarda takılı kaldı. Onun yüzü de bu puslu havada martı kanadına ışık huzmesi gibi ilişmiş. Bir görünüyor, bir kayboluyor. Gökyüzüne bakıyorum, hayata ve ona bakıyorum. Hani çok sevdiği birisi ölür de insanın; inanmak istemez bakışlarla bakar ya, öyle bakıyorum. Sebepsiz ölümler daha çok acı verir. Sadece karanlık, dipsiz ve geri dönüşsüz bir sonuca dairdirler çünkü.

Tek başıma dolaşıyorum bu kentin sokaklarında. Sokak lambaları dahi ferini yitirmiş bana ayrılık şarkıları söylemekte. Benliğimi, vicdansız anıların tam ortasına çekiyor. Sokak soğuktu, anılarımı yaksam iliklerime dek ısınırdım ama yapamadım. Yeryüzü bu anılardan yoksun öksüz kalır; yeni bir zamanı, yeni bir yılı karşılayamazdı. Sokağın biraz daha izbeliğine ulaştığımda, gecenin tek üşüyeni olmadığımı fark ettim. Tanıdık bir yüzdü. Görürdüm ama aramızda hukuk olmamıştı bir vesile ile... Şarapçı olarak tabir edilenlerdendi. Ama ilginçti, asla üstünü başını serkeş görmemiştim ve sakal tıraşı olma sıklığı nerede ise benden fazlaydı. Beyaz tenli, temiz yüzlü, zararsız, yaşının yarım asrın üzerinde olduğunu tahmin ettiğim bir kent sakiniydi. İki kurt ortada karşılaşsa hiçbir sorun çıkmaz, sakin sakin geçip giderlerdi. Ama iki insan olunca karşılaşan; biri diğeri için "Acaba bana zarar verir" diye düşünmekten alıkoyamıyor kendini. Belki bu tedirginlikten kaynaklansa gerek bir kaza oldu o esnada. Gecenin görünen ikinci üşüyeni şarap şişesini ceketinin iç cebine koyarken şişenin ağzı aşağıda kalmış. Şarap ceketin tamamını ıslattığı gibi üşüme katsayısını da çoğalttı. "Yapabileceğim bir şey var mı?" diye sordum. "Yok, yok" diyerek hızla karanlığa karıştı. Sonraları onu hep ceketsiz gördüm. Demek ki; tek ceketiymiş ve şarap lekesi de çıkmazmış. Onda titizlik yüzünden akan bir durum gibiydi.             

Bu uğursuz karşılaşmadan yaklaşık bir ay kadar sonra babamı kaybettim. Annem, babamın kıyafetlerini gelenek olduğu üzere ihtiyacı olanlara dağıtıyordu. Ben o kıyafetlerin içerisinden bir ceket aldım. Onu aradım karşılaştığımız, ceketine şarabı bocaladığı yerlerde... Birkaç denemem başarısız olunca, ceketi oraya yakın bir esnaf dostuma emanet ettim. Bir gece denk geldik ve ceketi kendisine verdim. Yine soğuk bir geceydi. "İstersen giy" dedim, "Sonra" dedi ve eline aldığı ceketle hızla geceye karıştı daha önceki gibi. Benimki belki de biraz vicdan hafifletmesi idi. Sorumlusu olduğum şarap kazasını telafi içerikliydi belki de. Ama kırmızı şaraba boyanmış ceket hiç gözümün önünden kaybolmamıştı. Ta ki; babamın ceketini onun eline tutuşturana dek. O gece babam rüyama girdi "Çok iyi yaptın oğlum, bizler insanları asla hakir görmeyiz, benim de içim ısındı" dedi.

Anılar gene bir karabasana dönüştü. Kendimi Kale ile Hadigari Bar'ın arasında uzanan surların ucuna atmıştım. Gece sürprizini yaptı bana. Beni dinleyecek birisi vardı oldukça da gönüllü görünüyordu. Büyük bir boşluktan söz ettim ona ve aşkın o boşlukta can çekişmekte olduğundan... Eski bir sevgilimin bana "Biz seninle diri diri bir aşkı mezara gömdük. Her gün de o mezarın başına gidip ağladık" deyişinden. "Sevgiyi inkar eden namerttir" diye bir sözcük döküldü ağızımdan ve önümüzdeki yakamozlara dalgın dalgın baktı. Bilge duruşlu bu adam gecenin bana lütfuydu. En son "Ruhu kirlenmeyen hayatı güzelleştirebilir, zenginleştirebilir" sözleri içime ışıltılı bir arınma düşürdü. Sonra ona "Birisini mi bekliyordun, burada ne işin var?" dedim. "Evet belki de seni bekliyordum" yanıtı merakımı derinleştirdi. "Sen kimsin" dedim karanlıkta seçemediğim yüze. Bana "Bu ceketi bir yerden anımsıyor musun, çok güzel ısıtıyor" dedi. Hep denize söz ve göz düşürerek konuştuğumuz dert yoldaşıma, bu defa dikkatle cepheden baktım. Üzerindeki babamın o yürek ve ruh ısıtan ceketiydi...

Ve ben sadece o ceketin sol kolundan görünen mübarek eli öperken eğildim sadece. Zulmün, alçaklığın, gücün önünde eğilmemeyi babamdan öğrendim ben. Eğilmemenin bedelini ödemenin de ayrı bir onuru ve mutluluğu var. Birisine hakaretten mahkum olduğum bir duruşmada hakim 38 dakika içerisinde 23 defa; “Sayın bilmem ne, sayın bilmem ne....” dedi. Ben de ona şunu sordum; “Şu kadar zamanda şu kadar sayın bilmem ne... dediniz. 46 yıllık ömrünüzde kaç defa ‘canım babam’ dediniz acaba?” Mahkemede tabi alkış tufanı ve gülüşmeler... Bana; “Sana mahkemeye hakaretten de dava açacağım” dedi. Açmadı gerçi. Birileri güce tapmanın dayanılmaz hafifliği içerisinde başka babaları benimsemiş. Onlarda; Devlet Baba, Mafya Babası, İskele Babası, Şam Babası eksik olmaz. Bizlerin başını; tarifsiz insan güzellemesi babaların mübarek elleri okşadı. Boyun eğmeyişimizin sebebi biraz da bundan kaynaklı olma ihtimali oldukça yüksek. Ama bir gerçek daha var ki; varlıklarında; yokluklarının bunca acılı olacağını, zamansızlıklarının hüzün yüklenmiş olacağını, sızının giderek büyüyen bir çaresizlik olacağını hesaplamamıştık galiba...