4+4+4 eğitim sisteminde çocuklar okula 5 yaşında başlayacakmış. Bundan 26 yıl önce bu sistemi ilk keşfeden benim ailem olmuş olacak ki, daha 5 yaşına girmeme 3 ay kala beni okula göndermişler.

 

Gel zaman, git zaman, babası gurbette minik bir kız çocuğu olarak, Freud’un ‘kız çocukları babalarına aşıktır’ önermesini doğrularcasına, babama bir an önce mektup yazayım diye sınıfın ilk okuma öğrenen öğrencisi oldum. Sınıf birincisi olarak bitirdim birinci sınıfı.

Gurbetçi çocukların makus talihi ile ben de karşılaştım daha sonra ve ilkokulu, 3 kez okul değiştirmek suretiyle tamamladım.

Başarılı öğrenciliğim ortaokul yıllarında da çeşitli ivmelerle devam etti. Nitekim lise yıllarım daha başarılıydı. İlk kez öğrenci alan bir devlet lisesinde 10 öğrenci 11 öğretmen ile okulu 0,2 puan kaybıyla ikinci olarak bitirdim. O gün kendime üniversiteyi birinci bitireceğime dair söz vermiştim.

Derdim gazeteci olmaktı. Biraz büyük dayı öykünmesi, biraz merakın fazla olması, belki içindekileri yazı ve söz ile anlatma arzusu… Bunu henüz bilemiyorum, bilmek için daha önümde 20 yaş daha olduğuna inanıyorum.

Amma ve lakin, klasik, kız anne-babalarının dırdırı beni de vurdu: “Ya öğretmen ol ya hemşire.”

Lisede yedekten kazandığım sağlık meslek lisesine gitmeyerek birinden yırttım. Ama üniversite sınavından sonra yoğun istek üzerine 2 öğretmenlik tercihi yaptım. Fen-edebiyat ile eğitimlerin farkının olmadığı yıllardı. Madem öğretmenlik tercih ediyorum, tutarsa bari felsefe olsun diye yazdığım Atatürk Üniversitesi Felsefe Bölümü tutuverdi. Kendimi İzmir’den 24 saat uzakta Erzurum’da buldum. Yaş 16. Malum 4+4+4’!ü erken keşfedince bizim aile…

2 yıl ancak dayanabildim. Ten uyuşmazlığını gideremedik, Erzurum ile aramda. Felsefeden kopmadım ama Erzurum’dan basbayağı koptum. Okulu bıraktım. Kendimi garantiye alayım diye aynı yıl üniversite sınavına girdim. Türkiye’deki bütün gazetecilik ve radyo, televizyon, sinema bölümlerini yazdım. O zamanlar 35 tane falan değildi, 8’inci tercihim, Selçuk Üniversitesi Radyo-TV-Sinema bölümü tuttu. Ama Erzurum’dan sonra Konya’yı kaldıramam endişesiyle oraya da gitmedim.

Sonraki yıl sınava girdiğimde de, bir önceki yıl kazanıp gitmediğim için puanım yarı yarıya düştü. Ne yapsam, ne yapsam. İş bulabileceğim 2 yıllık bir bölüm yazmaya karar verdim. Araştırdım, Aşçılık ve Fındık Eksperliği bölümleri yalnızca birer tane var. Türünün tek örneği olduğu için istihdam sıkıntısı yaşanmıyordur diye düşündüm; hesaplarıma göre Giresun’da fındık eksperliği okuyacak, mezun olunca Kocaeli’deki bir fabrikada eksperlik yapacak, geceleri de Kocaeli Üniversitesi’nde gazetecilik okuyacaktım. Bu düşüncelerle, üniversite yaşantıma Fındık Eksperliği bölümünü de iliştiriverdim.

Mezun oldum ve gördüm ki, tek bölüm olsa bile iş bulunan bir alan değilmiş fındık eksperliği, hele de kadın cinsine bu mesleği hiç yaptırmıyorlarmış.

Yılmadım, yine girdim sınava. Bu kez Erciyes Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nü kazandım. Ailede dalga konusu olmuş okuma aşkımdan mıdır, yoksa artık engelleyebileceklerine akılları kesmediğinden midir, bu havadan yararlanıp yıllardır istediğim bölümü bitirdim: Üstelik de kendime lisede verdiğim sözü tuttum ve bölüm birincisi bile değil, fakülte birincisi olarak mezun oldum. Yetmedi yüksek lisansını da yaptım.

Sonra malum, çalışmaya başladım ve gördüm ki, hiç gerek yokmuş bütün bunlara. Lise mezunu olup da gazeteciliğe başlasa imişim, hatta o bile vakit kaybı, en az 15 yıllık gazeteciydim şimdi

Bunu söylediğimde yakın arkadaşlarım üzülmeyeyim diye, ‘Ya etiketin var öyle düşünme’ nevinden laflar ediyorlar. Ama ilkokullarda bile etiket kullanılmıyor artık. Bizim dönemimizdeymiş o, erkekseniz yarış arabalı, kız izseniz barbi bebekli süslü püslü etiketler alıp ayrı ayrı yapıştırmak defter kaplarına.

Dahası da var. Geçtiğimiz günlerde Yükseköğrenim kredi geri ödemesini 7 gün içinde ödemem gerektiğine dair bir tebligat aldım. İletişim çağında ödemem başladığına dair bir bilgilendirme niye yapılmadı diye düşünmeye vakit kalmadan, kendi Vergi Dairesi’nde buldum. Sevgili Vergi Dairesi’nin ‘pek iyi niyetlice’ yaptığı 12 taksite göre, aldığım maaşın yüzde 85 kadarını kendilerine vermem gerekiyor.

Ve şimdi bir tuhafım.

Sırtımda borçlara, kaçsam da bulaştığım faizlere mi yanayım, buna mecbur bırakılan ben ve benim gibilere mi yoksa 25 yıllık emeğin bana geri dönüşünün olmadığını anlamış olmama mı?

Babama mektup yazarsam rahatlayacağımı düşündüm:

“Sevgili Baba,

Okuma maceram o zamanlarda uzakta olan sana mektup yazma isteğimle daha hızlı gelişti. O mektuplarda istediklerimi dile getirememiş olacağım ki, bu macera çok uzun sürdü. Bu süreçte seni yorduğumun gayet farkındayım. Gönül isterdi ki, bu yorgunluklarının geri dönüşü daha farklı olsaydı sana. Ama olmadı, olamadı, bundan sonra olur mu bilemiyorum. Umudum kalmadı pek diyeceğim ama o da senin bize öğrettiklerine yakışmaz. Çünkü bir gün ‘Hemen yılmak var mı?’ demiştin. Vakti zamanında kambur olmasına rağmen romanların baş kahramanı olmuş bir Nötrdamme var ise düşünsel alemimizde, biz de yılmadan başarırız elbette. Sana verdiğim yorgunluklardan dolayı özür diler, yılmayan hayata bakışını bize verdiğin için teşekkür ederim. Senin gibi güçlü bir babaya sahip olmaktan dolayı çok mutluyum.”

Yazdım ve 25 yılın dönüşünün aslında çok dolu olduğunun farkına vardım.

Şimdi 25 yılı daha farklı bir gözle tekrar okuyorum.