Ayasofya, sadece mimarisi, temsil etiği etik anlayışları, onların tarihi, bulunduğu yer anlamında değil, ama aynı zamanda Ayasofya’nın insanlar, tarih, coğrafya, dil ve öteki dünyayla bağ kurabilme sembolü olması açısından da anlamlarla dolu ve atfetmelere gebe külliye ve de amalgam. Orada ve oraya ilişkin yapılan yaklaşık her şey kamuyu hep ilgilendirdi. Soru, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Ayasofya’yı tekrardan camiye dönüştürme kararını nasıl değerlendirmek gerektiği. Bu siyasi-ekonomik egemenliğin vurgusunun karar mı, ya da politik-etik iletişim mi? Bunlar birbirine yakın, ama aynı şeyler değiller. İktidarlar, tabiatları gereği bu alanları sanki tekmiş gibi göstermek, iletmek isterler. Buna karşın aydınların görevi, aradaki farklılıkları görmek ve de göstermekte. Ekonomi, hukuk, siyaset ve de uluslararası ilişkiler farklı alanlar.

Görebildiğim kadarıyla bu karar hemen hemen her yönden, her çevreden ve cephelerden yorumlandı. Örneğin, Mete Kaan Kaynar’ın “Patrimonyalizm, Ayasofya ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi” yazısında bu kararın siyasi-ekonomik bir karar olduğunu dillendiriyor. Fakat burada da siyaset ile ekonomi arasında bir ayrışmaya gidildiğinde soru, bunun siyasete mi yoksam ekonomiye mi dayalı bir karar olduğu. Çünkü, patrimonyalizm siyasi değil, toprağın sadece yönetene ait olduğu ve yönetenin ise meslek, beceri, bilgi, karizma ya da dinsel eğitim değil, kan bağının belirlediği ve bu anlamıyla feodal ekonomik sistem. Bu sistemin ne şu anda dünyanın hemen hemen her yerinde hüküm süren ekonomik yönetim biçimi olan kapitalizmle bağdaşır, ne de Türkiye de uygulamada bulunulan siyasi Parti-Cumhurbaşkanlığı Sistemi (PCS) ile yapısal bir ilişkisi var. Bunlar tabii ki birbirine yakın, ama ayni değiller. Irak ne İran ne de Suriye. Teyze ve hala amca ve yeğen değiller. Konumuza geri dönersek, nasıl ki AK-Partinin yükselişi döneminde Anadolu-Aslanları olarak tabir edilen girişimcilerin dinsel motifleri ile Max Weber’ in Protestan etiği üzerine inşa ettiği modernite anlayışı arasında kurulan bağ yanlış idi ise, ki biz bunun yanlış olduğunu şu anda içinde bulunulan durumla daha iyi anılıyoruz, aynı şekilde şu anda ki PCS ile Erdoğan-Patrimonial-Sistem denklemi kurmak ve buradan verilen politik kararları yorumlamak biraz maksatlı gibi geliyor. Sanırım biri çok iyimserken, diğeri ise hem çok karamsar, hem de fazlasıyla yukarıdan aşağıya mantığı üzerine dizayn edilmiş ve aradaki nüansları görmeyen bir bakış. Bu bakış, özellikle de bu son anlamıyla, yani yapısal dönüşümü, arada ki ilişkiler ağını görmenin de önünde engel teşkil etme potansiyeli taşıdığı için, yanlış.

Aşağıdan Yukarıya İletişim

Ayasofya’yı ibadete açmanın, ya da tekrar camiye çevirmenin olası ekonomik sonuçlarının negatif olması ihtimalinden dolayı ekonomi mantığı süzgecinden geçirilerek verilen bir karar olduğunu varsaymak biraz zor. Bunun hukuki bir karar olduğunu düşünmek ise, verilen kararı sadece teknik bir bakışla yorumlamak anlamına gelir. Buna karşın, bunda dini ve etik nedenlerle verilmiş, ya da hükümet güçlerinin iktidarlarını değişen koşullara rağmen bildikleri, alışageldikleri şekliyle sürdürebilmeleri adına aldıkları (zaruri) ama son dahilde siyasi bir karar olduğunu görmek, hiçte zor değil. Fakat burada mutlaka görülmesi gereken, gözden kaçırılmaması gereken ise şu: Bu yukarıdan aşağıya verilen emrin yerine getirilmesi değil, tersine, aşağıdan yukarıya dayatılan bir karar. Bunu görmek için ise, AK-Partinin gerektiğin de ulusçu demokrasiyi anlayışlarını sistematik olarak hukuk devletine, ekonomik çıkarlara, ve de etik ve etnik eğilimlerine yeğlemesine bakmak gerek. AK-Parti ve geleneği, dinden, ekonomiden, etik değerlerinden değil, çoğunluktan gücünü, güçlerini aldı-lar. Bunun için de Suudi Arabistan’la değil ama Rusya Cumhuriyeti ile iş birliğini tercih etti. Yine, AK-Parti dindaşları oldukları Kürtlerle değil, izi gibi kendisini de kaybetmiş ama AK-Partiye çoğunluğu garanti eden MHP ile iş birliğini tercih etti. Daha bir uç söylemle, AK-Partinin dini, etik, ulusal değerlerden ve hak anlayışından yola çıkarak siyasetini belirlemediğini, Kemalistler, eski-solcular, bürokrat-entelektüeller ve de koyu dindarlar dışında herkes biliyor.

Ayasofya’nın ibadete açılması, tekrardan camiye dönüştürülmesi kararının krizin derinleştiği bir dönemde alınması, hükümetin var olan hukuki, sosyal, ekonomik ve kültürel sorunları diğer partilerin ve gerekiyorsa uluslararası kurumların da desteğini alarak eğilmek yerine, tek başına çözmek istediğinin bir göstergesi. Bu anlamıyla bir iletişim kararı. Fakat bana, özellikle de solda sanki bu iletişimin doğası pek anlaşılmıyor gibi geliyor. Batıda bu kararın siyasi olduğu anlaşıldığı için, buna tepkiler söylemde kaldı. İş daha çok din adamlarına (bu alanda kadınlar hemen hemen yok maalesef) bırakıldı. Siyaset bilimin cephesinden bakıldığında, meşru yönetebilmenin koşullarından biri, yönetenlerin yönetilenlerin dilini konuşabilmesi ve bu anlamıyla onların değer yargılarını iktidara taşımasıdır. Böyle kararlar bu anlamıyla siyasi iletişimin gözde örneklerinden. İktidar, bu kararla kiminle hangi yola gitmek istediğini iletmiş olur. Fakat bu kararda, sanki tam tersi bir durum var. İktidar var olan devası sorunlar karşısında da bildiğini bozmak zorunda kaldı. Bu istenilen değil, dayatılan bir karar. Bu beklenen değil, şaşırtan bir karar. Ve bu iletilen değil, anlaşılan bir karar.

Karar Doğru

Bir kararı rasyonel değerlendirmenin en eski yolu, onun doğru olduğunu ve kararı verenin rasyonel davrandığını varsaymaktan geçer. Bu mercekten bakıldığında, yani bu kararın, kararı verenlerin cephesinden bakarak doğru olduğunu varsaydığımızda, karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor. Bir, iktidar var olan katılımdan memnun ve iktidarını sadece bu çevreye dayanarak da sürdürüle bilineceğini düşünüyor. Bu katılım şu anda % 50 altında olduğu kesin. Ama bir AK-Parti hala en güçlü parti. Ve yakın bir sürede diğer siyasi güçleri bölme, onları kendisine katma projeleri geliştirebilir. İktidar partileri göründüğü kadarıyla, bunun için atılması gereken ilk adımın, AK-Partisinin eski tabanını tekrardan kazanmaya yönelik politik ve sembolik girişimlerde görüyor-lar.

İki, hükümet ortaklarının medyayı kontrol altına alması, alternatif medyada üretilen içeriklere saldırması, masumane yazıları bile cezalandıracağını dillendirmesi, onun var olan toplumsal çatışmacı ortamı daha da bir derinleştirmek istediğini ele veriyor. Hükümet ortakları, bunun içinde sadece medyayı kontrol altına almak değil, ama bunun yanı sıra bir de alternatif güç birlikteliklerinin önüne geçmek ister. Bunun için ise, gücünü gerektiğinde sokağa taşımaya hazır hale getirmek ve var olan çatışma anlarını daha bir belirgin kılarak yapmak istiyor. Bundandır ki, teknik sorunları, bilimsel bilgiyi ve hatta biyolojik verileri bile politik dile döküyor. Bu yüzdendir ki, Türk parasının değer kaybetmesi dış güçlerin Türkiye’yi parçalamaya çalışmasıyla direkt ilintilendiriliyor. Bunu şöyle yorumlamak mümkün; ekonominin daha da kötüye gedeceğini gören hükümet, örneğin yatırımların yapılmamasını, dış sermayenin Türkiye’ye gelmemesini, Türk parasının her geçen gün değer kaybetmesini, işsizliğin artmasını vs. Ayasofya’nın camiye çevrilmesi kararıyla açıklamak istediği. “Ey halkım, ben sizin için böyle tarihi bir karar verdim. Bu yüzdenden içten ve dıştan bana, hükümetime ve de devletime saldırılar var. Siz bu saldırılarda kimin yanındasınız?” Buradan bakıldığında bu kararda hükümetin en azından eski kitlesiyle (tekrardan) eylemsel bağ kurmak istediğini görmek mümkün.

Üç, bu karar, bilinilen sembol politik iletişimi kullanma becerisinin ötesinde bir durum. Sembol politikasının özelliği, söylenin retorik, sembolik düzeyde kalması. Örneğin, Türkiye bütün siyasi ve ekonomik ilişkilerini İsrail ile keseceğini defalarca söylemesine rağmen, bu ilişkiler hala gayet iyi devam ediyor. Yine Trump ABD’nin başkonsolosluğunu Kudüs’e alarak yeni bir Ortadoğu siyaseti yürüteceğini söylemesine rağmen, ABD hala eski ilişkiler dinamiği üzerinden diplomasisini sürdürüyor. CHP demokrat, devrimci, ilerici, halkçı vs. olduğunu söylemesi rağmen, hala tekçi devlet ve millet anlayışını sürdürüyor. Oysa burada, Ayasofya’nın ibadete açılması kararın da sadece sembollerin kullanımı değil, bir de direkt eyleme dökülen bir iletişim var. Aslında, AK-Parti gibi tutucu siyasi güçler, var olan düzenden yeni normal düzene geçişi devrimci radikal kararla değil, devinimci, dönüşümcü ve geleneksel motifler üzerinden yürütürler. Bunu ise çoğunluğun değer yargılarını var olan teknolojik gelişmeler veya bilimsel bilgilere rağmen korumakla değil, onların işlevselliğini yeni düzende de koruyacağının sözünü vermekle yapar. Bunun da bir yolu Giuseppe Tomasi di Lampedusa önerisiyle mümün – ve bu aynı zamanda II. Abdülhamit yöntemi. Bu ise her şeyi değiştirmekten geçer. Böylece hiçbir şeyin değişmeyeceğini, her şeyin eski mantığıyla yeni duruma uyarlanmış şekliyle devam edeceğini garanti altına almış olursunuz. Bunu bilmek ve buna uygun adım atmak, elitlerin, hükümetlerin, siyasetin ve de diğer kültürel verilerle dokunmuş kurumların işi. Bunun bir iş, ve elitlerin işi olduğunu ise elitlerin sembollerle, sokakla direkt ve geleneksel ilişkiler düzleminde değil, akli, mesafeli ve uzun erimli iletişim kurmaya zorunlu kılan kurumlar aracılığıyla karar alma gereksinimde görebiliriz. Demokrasi, bu anlamıyla uzun erimde de doğru olma ihtimali yüksek olan kararları alma mekanizmasıdır. Çoğunluğu, iktidarı koruma ya da %51’in oyunu almakla yetinme anlayışında ise, demokrasi, kurumsal dönüşüm, geçişler, geçişlerin meşruluk iletişimi yönetenlerin karar alabilme cesaretine ve bu cesareti en çok ses getiren eylemlerle hayata uyarlamaya dönüşür.

Sokak ve Elitler Dili

Diğer bir söylemle, elitler zayıf dönemlerin de sembol politikalarını direk pratiğe dökme gereği duyalar. Onlar artık tabandan gelen taleplere direk, eylemsel düzeyde cevap vermek zorunda kalıyorlarsa, sembol politikalarını pratiğe, eyleme dökmek zorunda hissediyorlarsa, bu onların dayandıkları tabanını artık sadece lafla ikna edemeyeceğinin göstergesi olmakla kalmayıp, ama aynı zamanda bu tabanın onlar üzerinde direkt ve diğer çevrelere göre orantısız etkili olduğunun da ifade ediyor. Bu yüzdendir ki liyakat tartışmaları daha bir alevlenecek. Daha da önemlisi, sokağın dilinin filtresiz elitlerin eylemine dönüştüğü anlar, toplumda var ola gelen ama çözümü için henüz mutabakatın geliştirilemediği gerilimlerin sokağa döküldüğü dönemlerle kesişiyorsa, öngörülebilir değişim, dönüşüm veya yukarıdan aşağıya idare edilen dönemler değil, kontrolsüzlüğün hüküm sürdüğü anlardır.

Bilindiği gibi, işini bilen araba satıcıları, kullanışlı bir aracı kötü bir aracın yanına koyarak satma taktiğini kullanırlar. Standart araç, kötünün yanında parıldar. Ancak, yanlış bir karar, daha kötü bir yanlışla karşılaştırıldığında iyi bir kararmış gibi görünmesini rağmen, onun yanlış olduğu gerçeğini değiştirmez. Ayasofya’nın ibadete açılması politik iletişimin kararıdır. Bu kararı veren iktidar hırslısı Recep Tayyip Erdoğan değil, kararını çoğunluğun iktidara katılımı adına veren Cumhurbaşkanı Erdoğan. Bu fark görüldüğünde, verilen kararın nedenlerini irdelemede daha derinlikli analizlerde bulunabiliriz.