Eski Yunanca, panta rhei Latinceye cuncta fluunt ve türkçeye ise bir suda iki defa yıkanılmaz şeklinde çevrildi. Bu prensip, Antik Yunan felsefesinden öğrendiklerimizin başında yer alır. Öğretiye göre, her şey değişir ve dönüşür. Buna, doğada mutlaklığın, mutlak kuralın, kaidenin, belirleyiciliğin vs. olmadığı kanunu da diyebiliriz.

Tarihsel olarak, panta rhei anlamı, ona yüklenen misyon dönüştü ve değişti. Ancak öğreti, bu evrimi de kapsadığını iddia edebilecek güçte. Her şey, her şeyin değiştiği, dönüştüğü kanununa göre doğar, gelişir ve akar. Hiçbir şey, bu kanunun dışında değil. Fakat, bu özgüvene rağmen, Karl Popper’in bilimsel realizmin cephesinden bakıldığında, böyle bir doğa kanunun olduğu bugüne kadar ne verifize, yani ne doğrulandı, nede bunun böyle olmadığı falsifize, yani yanlış olduğu kanıtlandı. Bununla beraber bu, onun kuvvetli bir varsayım olarak kabul görmesinin önünde bir engel teşkil etmiyor. Yanlış olduğu kesinleşinceye kadar, bu hipotezin yanlış olmadığını varsaymak doğru olandır.

Kanunlar ve Kurallar

Gerçekten de günlük yaşamda kurallar ve kanunlar tarafından çevrelendiğimizi görmemek mümkün değil. Yaşamın, kurallar ve kanunlar bünyesinde değiştiği, dönüştüğü ve yenilendiği aşikâr. Her şeyin bir anlam dünyası içerisinde olduğunu, bu anlam dünyasının da ancak kurallar ve kanunlarla idame edildiğini görüyor ve yaşıyoruz. Mevsimleri, doğayı, doğa da var olanları, insanları, doğumları, aileleri, aile içi ilişkileri ve de aile de bulunun her eşyayı kurallar ve kanunlar olmaksınız düşünemeyiz, yerli yerine koyamayız ve de anlayamayız.

Ancak bu kanun ve kuralların varlığı, onların zaman içerisinde değişmediği anlamına gelmez. Her kanun ve kuralın geçerliliği kimi şartlara bağlı. Fizik ve matematik kanunları bu evren için geçerli. Dünyanın her yerinde hakim olan yerçekim kuvveti, evrenin her yerinde geçerli değil. Bir canlının oluşabilmesi için, belirli, zaruri bir ortamın varlığı gerek. Bu ortam, bu ortamın varlığını oluşturan kanunlar ve kurallar olmaksızın, bir canlının oluşabilmesi mümkün değil.

O halde, madem ki her şey kural ve kanunlar çerçevesinde oluşuyor, dönüşüyor, değişiyor ve akıyorsa, o zaman bir suda iki kez yıkanmanın da bir kanun değil, sadece günlük, sıradan ve de değişime uygun bir kural olduğu sonucuna varmak gerekmez mi? Gerçekten de bütün bu görünenlere rağmen, bir suda iki kez yıkanmanın mümkün olmadığını varsayımının bir kanun olduğu hükmü nasıl hala geçerliğini koruduğunu açıklamak zor. Bu zorluğu istisnaların varlığıyla açıklamak, sıkça başvurulan bir yöntem. Buna göre, asıl olan, hiçbir şeyin değişmediği ve her şeyin, tekrarından ibaret olduğu kanunudur. Bu kanuna rağmen, değişenin, dönüşenin varlığı sadece bir istisna. Ancak, kanunların tanım özellikleri, onların değişmemesi.

Hatta bu varsayımı kabul ettiğimizde de karşımıza hiçbir şeyin değişmediği bir dünyada görüleni, ve günlük yaşamda tecrübe edinilen dönüşümleri, değişiklikleri, doğumları ve de ölümleri istisna saydığımızda, bu istisnaların niceliği ve niteliği karşısnda, sanki geriye gerçek olarak görülen çok bir şeyin kalmadığı hissiyatı bir zorluk olarak çıkıyor. Bu zorluk karşısında verilen en tipik cevap, bize değişiyormuş gibi görünen gerçeklik değil, sadece gerçekliğin yansıması olduğu. Yani, görünenle gerçeklik arasında bir hiyerarşinin olduğu, dönüşüm ve değişimin bu hiyerarşinin sadece bir yerinde olduğu, ancak bu yerin de asıl olmadığı, fenomenler dünyası olduğu fikri. Yine buna göre, asıl olan, hiç değişmeyendir, hep aynı kalandır. Aynı olan ve kalan ise gerçekliktir. Dönüşen, doğan, ölen ve değişen ise sadece görünendir. Yani, fenomenleri ve varlıkları ayrı kategoriler olarak saymak, ilkinin varlığını ikincisine endekslemek. Gerçekten de gölge, gölgenin sahibinin kendisi değil.

Gerçek, Evrensellik ve Evrensel Gerçek

Ve tabii ki, hiçbir şeyin varlıklar ve kanunlar çerçevesinin dışında olmadığını, bir suda iki kez yıkanmanın mümkün olmadığını varsaymak ve bu çerçevede düşünmek ve de bu düşünceyi, ya da tam tersini savunmak meşru. Bu yapılıyor da. Ve bu düşünenleri siyaset alanında hem sağda ve hem de solda görmek mümkün. Devletin ilelebet olduğunu düşünmek, değişimin olmadığını savunmaya bir örnek olarak. Yine, varlığın, kanunların sadece Tanrı ve onun gerçeklerinde olduğu fikri yaygın. Solda bir gerçeğin olduğu ve bu gerçekliğin evrensel olduğu düşüncesi baskın. Bir zamanlar Gerçek dergisi çıkardı. Bugün bu dergiyi düşünsel düzeyde Evrensel gazetesi devam ettiriyor. Bu yayınların isimlerinden de rahatlıkla görüleceği üzere, bu gelenekteki baskın fikir şu: Bir, bir gerçeklik, bir de gerçek olmayan, bir evrensellik, bir de evrensel olmayan var. İki, gerçek ve evrensel olan asıl olandır. Günün sonunda, orijinal deyimiyle, at the end of the day, gerektiğinde gerçek ve evrensel olmayandan taviz vermek, hatta ondan vazgeçmek mümkün, doğru ve yapılmalı. Kanun gerçek ve evrenseldir. Asla değişmeyendir. Kural ise taktik olarak başvurulan, gündelik hengamenin gürültüsünden kurtulmak için üretilen bir bahanedir. Kanun asıl olan, gölge ise kuraldır.

Karl Marx

Böyle bir anlam dünyası yaratmak ve onun gerçekten de var olduğunu düşünmek yanlış değil. Bu anlam dünyasını belirleyen tek bir kanunun var olduğunu da düşünmek yanlış değil. Ancak soru, gelecekte de böyle olması gerektiğini düşünmenin doğru olup olmadığı. Daha da ileri gidenler var. Buna göre, var olan her şeyin bu gerçekliği, bu kanunu temsil ettiği oranda geçerliliğini koruduğu. Bu öylem teorisine göre, gerçekliği deformeden kurtarmak için kimi somut zorunlu adımlar atmak gerekiyor. Sorunun çıktığı yer ise, böyle düşünmekte, yani olanı yorumlamakta değil, ama düşünülenin, varsayılanın olması gerektiğini de belirleme isteminde. Bu sorun, düşünülenin bireylerin farklı ve diğer istemlerine rağmen hayata uyarlamaya çalışıldığında ise toplumsal bir probleme dönüşüyor.

Sol bunu Karl Marx’ın asıl olanın dünyayı yorumlamak değil, onu değiştirmek olduğunu ve Marksizmin de bilimsel olduğunu söylemekle meşrulaştırdı. Buna karşın, bilimsel bilgi gerekmeksizin de, olduğu varsayılan bir kanuna göre, olması gerekeni belirlemenin yanlış olduğunu söylemek zor değil. Hiçbir canlı, daha sonra yiyeceği ekmekle şimdi doymaz. David Hume’den açıklarsak, bugün itibariyle var olan bir gerçeklikten yola çıkarak, yarın için olması gerekeni belirlemek yanlış. Özetlersek, asılla fenomenler arasında bir ayrım yapmak ve bu ayrım üzerinde de neyin gerçek ve neyin ise gerçek olmadığına karar vermek, bireyin özel yaşam alanının dışına çıktığı andan itibaren, kamu alanını belirlemeyi istediği andan sonra, sorun haline gelebiliyor. Bu soruna cevaben kanun ve kural arasında bir ayrıma gitmek ve kanunu doğaüstü güçlerle, kuralı ise bireysel kararla açıklamak hem solda ve hem de sağda sıklıkla rastlanan bir öneri.

Kanûn-u Kadîm ve İçtihat Kapıları

Olanı, görüleni, olması gerekeni gerçek saymanın, ya da olduğu varsayılan bir kanuna göre, olması gerekeni belirlemenin yanlış olduğunu tarihsel bir örnekle perçinlemek gerekirse; Osmanlı yöneticileri anlam dünyalarını, yapılan her şeyin gerçek saydıkları kanûn-u kadîm kanunu üzerine, her şeyin bu kanunu desteklemesi gerektiği ve her eylemin bu gerçekliğe hitap ettiği oranda hayatta meşruluk kazanacağı ve de kazanması gerektiği savı üzerine kurdular. Hatta bununla da kalmadılar. Bu kanunun, devletin, iktidarlarının gücüyle geliştirilen kurallarla desteklenmesi, pekiştirilmesi ve de muhafaza edilmesi gerektiği fikrini geliştirdiler. Bu fikre göre, İslamiyet’le beraber bütün gerçek kanunlar ve bu kanunları hayata geçirmek için gereken kurarlar ve de bilgi biliniyordu, ve bundan böyle yapılması gereken, bu gerçek bilinci yeryüzünde hâkim kılmaktı. Bunun için de yapılması gereken ilk şey, içtihat kapılarının kapandığını ilan etmek ve insanlara bu inanca göre yaşamlarını düzenlemelerinde yardımcı olmaktı. Devleti yönetenler, bu yardımın bazen, yani istisnai durumlarda zora dönüştüğünde “olmuştur, olabilir ama bu olanlar kanunun yanlış olduğu anlamına gelmez” gibi cevaplarla olanı, yaşatılanı önce bir istisna, sonra bir kural olarak görmeye ve zamanla da yaşamın her alanını kapsayan bir kanun halini getirdiler.

Dar-ul İslam ve dar-ul Harb

Bu insan anlayışının hayat alanında var olan günlük münakaşaları körüklediğini, onları sorunlara ve çatışmalara dönüştürdüğünü öngörmek zor değil. Bunu Osmanlı’nın felsefi anlayışında, dünyayı kavrayışında, örneğin onu dar-ul islam ve dar-ul harb’a bölüştürmesinde de görmek mümkün; var olan bütün dünyevi sıkıntılar, dünya İslamlaştığı oranda azalır. O güne kadar iyilerle (dar-ul islam: iyilerin, barıştan yana olanların evi) kötüler arasında savaş, harp devam edecektir. Bu anlayış insanlar arasında bir yandan İslam’dan yana olanları, bir yandan da İslam’a karşı olanları yaratır ve karşı karşıya getirirken, bir yandan İslam milletleri içerisinde, Osmanlılar arasında da, yani kendi aralarında da diğerini, diğerinin varlığını varsaymaya, hesaba katmaya ve de ona göre tavır takınmaya zorladı. Arayanın mevlasını da belasını da bulduğu bir toplumda, kötüyü, ötekini, bizden olmayanı ve bize karşı olanı bulmak tabii ki kolay.

Celâlettin Rumi ve Üniversiteler

Bu gerginliği hayatın her alanında görmek ve göstermek mümkün. Konumuz açısından bunun iyi bir örneği üniversitelerin durumu. Mevlâna Celâlettin-i Rumi Afgan asıllı ve Konya’da babasının kurduğu kürsüye geçerek şöhretine ilk adımını atar. Rumi 1300 gibi öldü. Osmanlının İstanbul’un fethinden önce İslam dünyasında yaklaşık 80 üniversite vardı. Bu sayı 16 yüzyıl Osmanlısında 320’ ye çıkar. Ancak 1800’lerin başında tek bir üniversitenin bile olmadığı bir imparatorlukla karşı karşıyayız. İlk dönemin akılcılığı, çoğulculuğu ve primus inter pares anlayışı yerini, ümmetçiliğe ve zorbalığa bıraktıkça, teknoloji, felsefe, matematik, mantık ve sosyolojinin yerine de ilkel savaş anlayışları, ideolojiler, kadercilik ve de milliyetçilik alır başını gider. Buna ters orantılı olarak, yani Osmanlı çöktükçe, özgürlük alanları genişler, üniversiteler çoğalır ve dünyaya tekrardan açılmak mümkün olur.

Kanun, Kural ve İstisna

Hem kanûn-u kadîm kanunu, hem içtihat kapısını kapatma istemi ve hem de dar-ul islam ve dar-ul harb ayrıştırması bir kanun ve/veya kural olarak görmek mümkün. Aynı şekilde, olduğu varsayılan kanunları, gerçek kanunlar olarak tabir etmek, ne varsayılanın bir kanun olduğunu gösterir, ne de bundan türetilen kuralları kanunlaştırır. Bununla beraber, kanunları kurallardan ayıran, kanunların gerçek, kuralların gerçek olmaması değil. Her kanundan bir kural, birçok kuraldan bir kanun elde etmek mümkün. Bir suda bir veya iki defa yıkanmak mümkün. Her iki olanak, ihtimal veya geçerlilik mümkün. Bunu mümkün kılan, bizim, insanlar olarak bu durumu, gerçekliği ve ortamı tanımlamamızda. Bu işi en iyi yapanlarımız, bilim insanları. Onlar söylediklerinin, yazdıklarının arkasında durduklarını gösterebilmek için, “bir suda iki defa yıkanılmaz” belirlemesindeki bütün terimleri akli bir sistematikle çelişkisiz tanımlamak zorundalar. Bu çerçevede yapılan bu akli tanımlamalarda “bir suda/karda/çamurda iki/on defa yıkanılmaz/yıkanılır” tezini savunmak mümkün.

Kanun ve kural arasında bir ayrıştırma yapmak gerekirse, kanunları kurallardan ayıran özellik, kanunların istisna tanımamaları. Bu özellikle doğa bilimlerinde böyle. Sosyal bilimlerde isler daha karmaşık. Tabii ki, burada kanunlar var. Ve doğa ve sosyal bilimlerde, nerede bir istisna mümkünse, orada bahsi edilen kanun gerçekte bir kural. Bu anlamıyla, hiyerarşi ontolojik olarak var olanla var olmayan, ya da gerçekle gerçek olmayan arasında değil, biz insanlar tarafından belirlenen kanunla kural arasında. Biz, düşünen insanlar olarak, aramızdaki ilişkileri düzenlemek için kanunla kural arasında şöyle bir ayrım yapıyoruz; Kanun bizim birbirimizle yaptığımız anlaşma ve kural ise benim kendime verdiğim sözdür. Kanun herkesi bağlayan nesnel gerçek bir anlaşma, kural ise sadece söyleyeni bağlayan özel/bireysel gerçek bir sözleşme. Bu sözleşme ve/veya anlaşamaya bakarak, istisnasız kimin keyfi, kimin prensipler çerçevesinde karar verdiğini, kimin ortak akla göre hareket ettiğini ve neyin nesnel/bireysel gerçek olduğuna karar vermek mümkün.

Özetle, istisna sözleşmelerde mümkün, anlaşmalarda şüpheli ve gerçekte hep değişendir.