Tehlike, Risk, İlahi Güç, İdeoloji ve Para

İnsanlık, tarihin hiçbir döneminde bu denli tehlikeler ve onların gündelik yaşamdaki izleriyle bu yalınlığıyla karşı karşıya gelmedi. Bu gerçeklikten dolayıdir ki bugün anthropocene çağında olduğumuz dillendiriliyor. Teze göre, bugüne kadar dünyanın şekillenişinde asteroid düşmesi, depremler ve tufanlar gibi doğal felaketler belirleyici olurken, bugün insanların bizzat kendileri dünyayı binlerce kez imha edebilecek kimyasal, biyolojik silahlara sahip. Çevre kirliliği, iklim değişikliği ve eko sistemlerin yok edilişinde de görüleceği üzere, bugün insanlık sadece kendi kaderini kendi eline almakla kalmadı, ama aynı zamanda dünyanın da geleceğini belirlemeye başladı. İnsanlık bununla da kalmadı, bu kapasitesini küçük bir azınlığın çıkarları çerçevesinde belirler oldu. Buradan bakıldığında covid-19 gibi öldürücü salgın hastalıkların pandemi haline gelmesini doğayla, çevreyle ya da biyolojik yapıyla değil de, bizzat biz insanların oluşturduğu sosyo-ekonomik koşullar ve bunların azınlık ama örgütlü bir çevrenin siyaseti tarafından korunmasıyla açıklamak gerek. Yazı bu çevre, ekonomi, insan eylemleri ilişkisinin ağını, tehlike, risk, ilahi güç, ideoloji ve para kavramlarından yola çıkarak irdeliyor.

Belle Époque

Avrupa’da bu dönemi özellikle de onun çatışmalı ilişki biçiminden yola çıkarak Belle Époque’le başlatmak mümkün. Buradan Parislilerin gözünden bakıldığında, 1870’den Birinci Dünya Savaşına kadarki dönemi kapsayan bu devirde sosyal bilimlerde, tıpta, teknikte, sanatta ve siyasette umut dolu gelişmeler kaydedildi. Bilim, Galileo Galilei (1564-1642) izinden giderek çıplak göze inanmak yerine teleskop kullanmaya, ilahi kitaplar ve ilahi güçler yerine ise sosyal bilimleri, matematiği ve deneyi tercih etmeye başladı. Teknikte Thomas Newcomen (1663-1729) tarafından geliştirilen buhar makineleri zamanla trenlerin kullanımına, telefon cihazlarının keşfine, şehirlerin yeniden dizaynına önayak oldu. Bu araçlar insanların yaşamlarını ve onların birbiriyle olan genel iletişimlerini radikal düzeyde iyileştirdi. Thomas Hobbes (1588-1679), John Locke (1632-1704), Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), İmmanuel Kant (1724-1804) ve tabii ki Karl Marx (1818-1883) gibi düşünürler fikir ve eylemleriyle sosyal devrimlere öncülük ettiler. 1765 Amerikan Devrimi, 1789 Fransız Devrimi ve 1848 ulusal devrimlerle ve böylece her geçen gün daha net adımlarla siyasette krallıktan, sultanlıktan demokratik parlamenter sistemlere, ekonomide toprağa bağımlı patrimonial feodal sistemden, bankaların, fabrikaların ve paranın iletişim aracı olarak kullanıldığı kapitalizme ve hukukta ilahi, ceza hukukundan birey odaklı medeni hukuka, bireysel ve toplumsal sözleşmeye geçiş yapıldı.

Kitle İmha Silahları ve Para

Bu ve benzeri geçişler ve umutlu gelişmeler Birinci Dünya Savaşı’yla ve hemen akabindeki İkince Dünya Savaşı’yla kırılmaya uğradılar. Bu savaşların konumuz açısından üç önemli yanı var. Birincisi, tam da bu dönemde insanlık tarihinde karşılaşılmamış düzeyde kitle imha silahları geliştirildi. Kitle imha silahları, Avrupa’da Belle Époque’yle başlayan bu yeni dönemin hem umut ve hem de korku dolu sembolü. Umut, çünkü kitle imha silahlarını mümkün kılan teknoloji insanlık tarihinin hiçbir döneminde görülmeyen bir kısa zaman diliminde geliştirildi. Aynı teknolojiyle ve hayatın her alanını kapsayan birikim sayesinde insanların yaşamları da hızlı bir şekilde iyileşti. Bununla beraber aynı teknik bilgi ve beceri korku salıyordu, çünkü ona önderlik eden ideoloji toplama kamplarını, toplu mezarları, sürgünleri, katliamları ve jenositleri rasyonel seçimler olarak görmeye başlamıştı. Bu umut ve korku dolu dönemi anlamada Amerika Birleşik Devletleri’nin Japonya’ya karşı atom bombası kullanması, hem bilimsel teknik bilginin kullanım düzeyini ve hem de bu savaş toplumlarının barış adına başvurdukları eylemlerin insanlık ve doğa üzerindeki etkilerini göstermesi açısından iyi bir örnek teşkil ediyor.

İkincisi, insanlık tarihini mekân/vatan, kişi, liderlik ve din savaşlarıyla özetlemek mümkün. Ancak dünya savaşlarını diğer bütün savaşlardan ayıran, onların bu kategorilerin hepsini kapsıyor ve daha da ileriye gitmiş olmaları. Dünya savaşlarını daha önceki savaşlardan ayıran özellik, ilk kez bir savaşa önderlik eden ideolojinin o güne kadarki bilimsel-teknolojik güçle elde ettiği üstünlüğünü vatana, dine ya da belli bir kişinin liderliğine, kral, peygamber, sultan gibi, değil de ekonomik güce, sermayeye ve son tahlilde paraya dönüştürmek istemesidir. Özellikle de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, vatana, mekâna, liderliğe, dine, eğitime veya karizmaya rağmen, güçsüz olmak mümkünken, paraya rağmen güçsüz olmak mümkün görünmemeye başladı. Bu ise paranın bizzat kendisini savaş amacı haline getirdi. Liderlik, savaş ya da diğer dünyevi nedenlerin aracı olarak para amaca dönüştükçe, savaşların da şiddeti, çapı ve yürütülüş biçimi değişmeye başladı. Artık coğrafyanın gittikçe önemsizleştiği, para için milyonlarca insanı yerinden yurdundan etmenin normalleştiği ve en küçük direniş durumunda onları yok etmenin meşru görülmeye başlandığı bir döneme girilmişti. Artık din, savaş için para değil, para için savaşlar yürütmek, ordular kurmak, dinler değiştirmek ya da keşfetmek meşruluk kazanmaya başladı. Devletler de din, ulus ya da (coğrafi) liderlik için değil, para için var olmaya başladı.

Üçüncüsü, bu savaş, devlet ve varoluş amacı daha önceki diğer bütün amaçlardan ayıran en önemli özellik ise, onun somut başarısını paranın son derece soyut bir kriteriyle, değeriyle ölçmesi. Öncellikle paranın kendisinin soyut yönünü onun son tahlilde üretimi zor olmayan bir kâğıt parçası olmasında görmek mümkün. Paranın diğer bir soyut yönünü ise şu gerçeklikte de görmek mümkün: dünya savaşlarını kazanan sadece somut olarak altın gibi değerli (ham)maddeler ve yeni pazarlar değil, ama aynı zamanda miktarını bizzat kendisinin belirlediği parasına da değer kattı. Bu değer katma da son derece soyut bir olgu. Ama, işte tam da bu soyut gerçeklikten dolayı, bugüne kadar Amerikan Doları uluslararası para birimi olarak kabul görüyor ve diğer bütün ulusal paraların değeri Amerikan Doları üzerinden belirleniyor. Rezervlerin altın stokuna endekslenmesi uygulamasının kaldırılmasıyla beraber, Amerika Birleşik Devletleri işte tam da bu soyut değer sayesinde finans kapitalizmin merkezi olabildi.

Karl Marx ve Para

Para, günlük, dil ve kültür aracılığıyla yapılan karmaşık iletişimi son derece kolaylaştıran, ama aynı derecede etkili olan bir iletişim aracı. Nasıl ki bir tanıdığımıza selam ver(me)mekle, ona olan il(gisizli)ğimizi son derece efektif bir şekilde iletmiş oluyorsak, aynı şekilde paraya sahip ol(ma)makta aynı derecede etkili bir iletişim aracıdır. Ortalamanın üzerinde paraya sahip olanlar çevresindekilere sahipliklerini uzun uzadıya dillendirmeksizin eşyaları, statüleri, arkadaşlarıyla vs. en efektif biçimde iletebiliyorlar. Ona sahip olan kişiler, dillendirmeksizin ne kadar önemli olduklarını, kiminle, nasıl ve niçin önemli ilişki kurduklarını sadece sahip olma gerçeğiyle hiç kimsenin görmemezlikten gelemeyeceği bir dille iletebiliyorlar. Parasızlar için durum tam tersi, ama söylem açısından durum çok daha farklı değil. Birey ona sahip olmadığını bizzat varlık biçimiyle iletilmiş olabiliyor. Bu özellikleriyle para, onun mantığının hâkim olduğu her yerde, bütün iletişimleri en geniş düzeyde belirleme potansiyeline sahip.

Hiçbir iletişim aracı bu kapsamda ilişkileri düzenlemiyor. Özellikle de ekonomide paranın geçersiz olduğu bir sistem düşünmek zor. Gerçekten de modern ilişkiler kümesinde, paraya rağmen verimli, düzenli ve evrensel düzeyde bir iletişime geçmek mümkün görünmüyor. Bunlar paranın genel özellikleri. Bununla beraber finans kapitalizmde para, sadece ekonomide değil, yanı sıra bir de hukuk, bilim, sanat ve siyaset gibi diğer bütün alanlara da girdi ve de girmekle kalmadı, ama aynı zamanda onları, onların işleyiş biçimini de belirlemeye başladı. Paranın bu yönünü, paranın kendisiyle değil, fakat ona önderlik eden ideolojiyle açıklamak gerek. Finans kapitalizmde parayı diğer bütün iletişim araçlarından farklı kılan, onun araç değil, ama amaç olma, amaca dönüşme özelliği. İste tam da bu potansiyelinden dolayı, nasıl ki feodalizmde kral adaleti, savaşı, dini, dili ve ekonomiyi belirlediyse, bugün de aynı şekilde para fiziki zora karşı bile iletişimi sahip olanın istemi yönünde belirleyebiliyor. Parası olan sağlığı, güzelliği, eğitimi, sanatı, siyasi gücü, adaleti ve de demokrasiyi satın alabiliyor. Ona karşı çıkan, ona diz çökmeyen feodaller, dindarlar, bilim insanları, sosyalistler, kadınlar, çocuklar, siyasetçiler, öğrenciler, sendikacılar, sanatçılar vs. var olmakla birlikte, para bu güçleri toplumdan, örgütlülükten ve de dayanışmadan uzaklaştırmaya, kendi içine kapanmaya zorluyor.

Karl Marx, paranın kapitalizmdeki bu sistemsel yönünden dolayı, onun kapitalizmin kuyusunu kazıdığını yazdı. Bunun için ise özellikle iki nedeni öne sürdü. İlki, Marx’a göre paranın anası, babası, dini ve vatanı yok. Bu şu demek; kapitalizmde amaç toplumsal üretimi artırmak, geliştirmek, toplum olarak gelişmek, kalkınmak, dayanışmak ya da aydınlanmak değil. Bu kavramların hepsi kapitalizmde birer araç. Özellikle de finans kapitalizmin amacı, en kısa sürede, en minimal çabayla eldeki sermayeye en maksimal artı değeri katmaktır. Bunun en keskin, en etkin yolu ise paradan para kazanmaktır. Bu yüzden günümüzün en etkin kurumları borsalar, bankalar ve sigorta firmalarıdır.  Ve yine işte tam da bu yüzden Marx Kapitalde eşyanın, malın paraya, değere ve de artı değere dönüşümü üzerine uzun uzadıya durur. Marx’a göre, amacın artı değer olduğu ve uzun erimde tekleştiği bir sistemde bu ancak emeği sömürmekle mümkün. Marx’a göre bu gerçeklik, zamanla emeği sömürenin dönüp kendi emeğini sömürmeye başlayacağının, bunun artı karcılar arasında kannibalizme ve de sistemin çöküşüne sürükleyeceğinin göstergesidir.

İki, Marx kapitalist sistemde sadece üretilenin değil, ama aynı zamanda üretenin de metalaştığını dillendirdi. Tek amacın artı değer olduğu bir sistemde, soru nasıl değil, artı değerin üretilip üretilmediğidir. Bu ise insan, domates, toprak, ev, domuz ya da iş makine arasındaki farklılıkları onların kendi mevcut değerlerine göre değil, tersine onların mevcut sermayeye kattığı artı değere göre belirlenmesine zorluyor. Karl Marx, her şeyin paraya, artı değere bağımlı olduğu, paranın ise araç değil, ama amaç olduğu, hem parayı kazandıranın ve hem de parayı kazananın bizzat paranın amaç olma merceğinden değerlendirildiği bir sistemin, tam da bu iç işleyişinden dolayı krizlere ve uzun erimde çöküşe mahkum olduğundan emindi.

Devlet ve Para

Özellikle de bugün, paranın hem devrimci yönünü, hem de toplumu yok etme potansiyelini daha net görebiliyoruz. Bunu kitle imha silahlarında görmek mümkün. Var olan bilimsel bilgi ve teknolojiyle çok kısa bir zaman diliminde bir yandan hayatın her alanında kalkınmalar, ilerlemeler ve devrimler yapıldı, öte yandan da aynı teknolojik bilgi birikimi kapitalizmin önderliğinde kar, artı değer, para adına bütün bu gelişmeleri ve bizzat hayatın kendisini binlerce kez yok edebilen kitle imha silahları üretildi. Bu paradoksu sadece insanın yıkıcı yanıyla, onun doğasıyla açıklamak ve de kapitalist üretim ilişkilerinden, insanın bu ilişkilerdeki yerinden bağımsız değerlendirmek yanlış. Buradan bakıldığında, bugün anthropocen’deysek, bu bizim kolektif olarak yıkıcı özelliklerimizin kapitalizmde özellikle teşvik edilmesiyle ilgili. Marx bu gelişmeleri henüz embriyo halindeyken görebildi. Ama onun takipçileri, Marx’ın öngörülerinin nasıl hayat alanında tezahür ettiklerine tanıklık ettiler. Bu yüzden, Ekim 1917 Sosyalist Devrimi’nin önderi Lenin kapitalizmin tahripkâr, yok edici yönünün önüne geçmek için, paranın devrimci potansiyelinin örgütlü ve toplumsal bir kapasiteye dönüştürülmesi gerektiğini savunuyordu ve bunun gerçekleştirilmesine önderlik etti.

Bilimsel Bilgi ve İdeoloji

Tam da burada kitle imha silahları, bilimsel bilgi, tehlike ve riskle, devlet, savaş, ideoloji ve para arasındaki ilişkiye parmak basmak gerek: Tarihsel olarak özellikle de Belle Époque’la başlayan kapitalizmin umut dolu dönemi, atom bombasının kullanımıyla en dibe vurdu. Atomu, bilimi, teknolojiyi ve bütün insanlığı yok etme tehlikesine rağmen patlatmak ancak ideolojik bir güçle mümkün. Kapitalizm bu ideolojik gücünü paradan aldı. Para adına olası felaketleri, tehlikeleri tehdit olarak kullandı. Aynı zamanda bu teknolojiler sayesinde yeni ürünler geliştirdi ve topluma bunların yardımıyla atom bombası gibi insanları kitlesel olarak öldürme amacı taşıyan bir silahın bile insanlık, kardeşlik ve özgürlük için üretildiği ve kullanıldığını zorla anlattı.

Böylece de tehlikeleri risklere dönüştürebildiğini gösterdi. İnsanlara, atom enerjisiyle sadece atom bombasının değil, aynı zamanda arabaların, televizyonların, elektriğin de üretildiği gösterildi. Toplumda, fabrikaların, üniversitelerin, hastanelerin ve kahvehanelerin de bu enerjiye ihtiyacı olduğu kabul gördü ve kanıksandı. Öyle ki, o zamanla artık üzerinde düşünülmesi gereken bir olgu olmaktan çıktı. Bu yüzden de bugün, atom enerjisini kullanma toplumsal bir sorun olmaktan çok, sadece artısı ve eksisi olan riskli bir proje olarak görülüyor.

İşin garip tarafı, aynı söylemin Sovyetler Birliği tarafından da kullanılmış olması. Orada da bilim, teknoloji ve kalkınma, ilerleme, adalet, devrim gibi sosyal emeller adına tehlikeli siyasi adımlar atıldı. Orada da, insanlar sanatın, bilimin, teknolojinin ve paranın sadece tek bir amaca hizmet etmesi gerektiği konusunda ikna edildi. Sovyetler Birliği’nde para, para için bir amaç değildi ama, para devlet, devletin varlığı için bir araçtı. Bugün geri dönüp bakıldığında, sosyalist devletlerdeki bu tecrübesinin de insanı özgürleştirmek yerine, hapsettiğini rahatlıkla görebiliyoruz.

Özetle ve en genel anlamıyla bilim, teknoloji ve para, her iki sistemde de iletişim aracı olarak görüldüler. Bununla beraber kapitalizmde ve özelliklede finans kapitalizminde paranın bizzat kendisinin amaç olma eğilimi gittikçe daha bir netlikle gün yüzene çıktı. İdeolojik olarak, kapitalist devletlerde bilim, teknoloji ve paraya bireyi devlete karşı, Sosyalist Sovyetler de ise devleti bireylere karşı koruma misyonu yüklendi. Bununla beraber, dünya halklarının bu dönemde ideolojik olarak gelişme, kalkınma, ilerleme ve devrim gibi kavramlar çerçevesinde tek bir yöne kilitlendiklerini de söyleyebiliriz. Her iki sistemde de yöneten elit insanlığın geleceğini bütün tehlikelere rağmen, tahmin edilebilen riskler alınarak gelişeceği, geliştirilmesi gerektiği konusunda hemfikirdi. Bunun için de kapitalist devletlerde bilim, teknoloji ve para bireyi, sosyalist devletlerde ise bizzat devletin kendisini, bürokrasiyi bu riski alabilmeye teşvik eden araçlar olarak görüldü.

Dönüp geri bakıldığında, bu dönemin sadece ideolojik çatışmaların değil, ama aynı zamanda yaşam alanlarının ve biçimlerinin birebirine benzemeye başladığı, çoğu zaman aynılaştığı bir dönem olarak görmek mümkün. O kadar ki, Alman sosyolog Ulrick Beck bundan böyle sosyolojinin toplumları sosyal sınıf, ulus ve cinsiyet gibi kategoriler üzerinden değildi, risk ve tehlike gibi her insanı ilgilendiren, her insanın her sistemde etkilendiği kavramlarla incelemesi gerektiğini önderdi. Ulrick Beck bu dönemi “Risikogesellschaft” (Risk Toplumu) olarak adlandırdı.

Tehlike, Risk, İlahilik ve İdeoloji

Bu çelişkiyi sonun başlangıcındaki paradoks olarak nitelendirmek gerek. Paradoksla kastedilen, doğru, iyi ve barış adına girişilen bu tarihsel eylemlerin, niyetlerin tersine yanlışa ve savaşa sürüklediği gerçeği. Sonun başlangıcıyla ima edilen, insanlığın dünyayı binlerce kez yok edebilme kapasitesinin onun en iyimser döneminde başlamış olması. Bununla beraber, bu tehlikeyi mümkün kılan teknik-bilimsel bilgi hem kendisini yok etme ve hem de dünyayı daha özgür yaşanabilir hale getirme potansiyeline sahip. Bu potansiyelin kullanımı ideolojik duruşa göre değişiyor. Başlangıçtaki paradoksla kastedilen iste bu öngörülebilir çelişki.

Bu paradoksu tehlike, risk, ilahilik, ideoloji ve para kavramları çerçevesinde incelemek mümkün. Bunun içinde üç nokta önemli. Birincisi, tarihsel olarak insanlık önce (fiziki) tehlikelerle karşı karşıyaydı ve onları zekâsıyla, öngörü yeteneğiyle, kısacası fikirleriyle risklere çevirdikçe, yaşam alanını belirlemeye başladı, belirlemesinden yola çıkmak gerek. İnsanlığın bu dönemde ki amacı bu genellikle anlamadığı, üstesinden gelemediği tehlikelere anlam vermek, onlarla yaşamayı öğrenmek ve mümkünse onları kontrolüne almaya çalışmaktı. Bu dönemde insanla doğa arasında her yönüyle bir yakınlık olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar ilahiliği doğa üstü güçlerde değil, bizzat doğanın kendisinde aradılar; hayvanlarda, mekanlarda ve doğa güçlerinde. Jean-Jacques Rousseau göre bu insanlığın en mutlu dönemidir.

İnsanoğlu bu tehlikelerin doğasını anladıkça, onları isteği doğrultusunda yorumlamayı, yönlendirmeyi, kullanmayı ve de yönetmeyi öğrendi. Onu anladığı ama gücü yetmediği yerde, onun da tabii olabileceği düşündüğü bir üst güce başvurma gereksimi duydu. Bunun için de önce ilahi güçlerden yardım istedi. Bu güçler birbirine benzedikçe, bu güçler etrafında ki toplumsal istemlerde birbirine benzemeye başladı. İnsanlık, zamanla tek bir amaç uğruna, tek bir ilahi gücü kutsamak adına bir taraftan yeni teknikler ve araçlar geliştirirken, bir taraftan da yaşam biçimini, yaşam alanını bu amaca göre düzenlemeyi öğrendi. Bir yandan kutsadığı tek ilahi güce tapınaklar yaptı, diğer yanda da onda aradığı özellikleri kendisine bahşetmeye başladı. Zeus, Gılgamış, Asena, Zerdüşt bu dönemin aktörleri.

İlahi güçlerin insanlaştığı ve insanların ise aynı hızla ilahileştikleri dönemle, kimi insanların diğer bütün insanlardan daha ilahi, daha farklı olduklarını düşünmeye ve bunu hayata uyarlamasıyla yeni bir süreç başladı. Bu süreçle, insanlık sadece bu güçleri yaratmak, bu güçlerle kendisini tanımlamak, kendisini bu güçlerle var etmeye ve var olan tehlikelere de sosyal anlamlar vermeğe ve onlardan sosyal anlamlar türetmekle kalmadı, ama zamanla onların acılığıyla geleceği de dizayn etmeye başladı. Bununla da bir yandan var olan tehlikeleri riske dönüştürmenin, diğer taraftan da bu risklerin bizzat kendisini bir amaç etrafında yorumlamanın mümkün olduğunu öğrendi. Bu tünelin sonunda ilahi güçlerin temsilcilerinin peygamberlere, yazarlara, imamlara, hocalara, öğretmenlere, profesörlere ve de ideologlara dönüştüğünü görürüz.

İkincisi, bu tarihsel gelişmeyi tehlike, risk, ilahilik ve ideoloji kavramlarıyla incelemek için, tehlike, risk, ideoloji ve para arasındaki diyalektik ilişkiyi çıkarlar cephesinden de değerlendirmek gerek. Buna ise şöyle bir belirlemeyle başlamak lazım: Risk, belli bir amaç uğruna ihtimal dahilindeki olabilirliklere rağmen, mümkün tehlikelerin önceden hesaplandığı ve de bu tehlikelerin var olan bilgi ve tecrübeyi kullanarak en minimize edildiği ama hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılamadığının bilinciyle tercih edilmiş konumdur. Tehlike ise bütün tedbirlilere rağmen risklerin varlığı, onların hiçbir zaman bütünüyle ortadan kaldırılamaması durumdur. Sosyal anlamda, onlara karşı tedbir almadan olası zararın kabul edilişidir. Tehlikeleri öngörmek ve riskleri ise minimize etmek mümkün. Örneklemek gerekirse, bu ara covid-19’a yakalanmış bir yakınımıza covid-19’a karşı tedbir almadan dokunmak tehlikeli, ama bir bilim insanı olarak covid-19 virüsünü belli şartlar altında incelemeye çalışmak ise riskli bir eylem.

Bununla beraber, bir olguyu tehlike veya risk olarak belirleyebilmek için o olgu hakkında güvenilir bilgiye sahip olmak şart. Güvenilir bilgiye ise günümüzde kişiler değil, kurumlar sahip. Modern ilişkiler de genel olarak tanıdığımız, sevdiğimiz, beğendiğimiz, güvendiğimiz insanların değil, alanında otorite olmuş kişi ve kurumların söyledikleri önemsenir ve onlara güvenilir. Bu kurumlar ise, günümüzde bilgi üreten kurumlar ise var olan ilişkiler bünyesinde kuruldu ve yönetiliyor. Bilgi ise özelliklede günümüzde çıkarlardan bağımsız değil. Bugün, neyi öğrenmek istiyoruz sorusunu sormadan önce, neyin öğrenilmesi için ne kadar yatırım yapılıyor sorusu sorulmalı. Kim hangi bütçeyle nerede, neyi ve nasıl öğrenmek istiyor? Burada altı çizilmesi gereken nokta, neyin risk ve neyin tehlike olduğunu belirlemede bilim, fikir ya da ilahi güçler değil, son tahlilde çıkarların belirleyici olduğu gerçeğidir. Marx Weber’in ağzından yazarsak; “Interessen (materielle und ideelle), nicht: Ideen, beherrschen unmittelbar das Handeln der Menschen.”

Üçüncü nokta ise şu: tehlike büyük ise, yani sadece riski alanı değil, bütün grubu, toplumu, hatta bütün dünyayı etkiliyorsa, bu durumda riski alan kişi veya kurumlar eylemlerini bilimle, ilahilikle, ideolojilerle, bilimsel/ilahi/ideolojik amaçların böylesi radikal tehlikeleri mecbur kılmasıyla meşrulaştırırlar. Örneklersen, atom’u parçalamak tehlikeli, ondan enerji üretmek ise riskli. Neyin tehlike ve neyin ise risk olduğuna anlamak ve de böyle tehlikeli/riskli eylemleri meşrulaştırmanın en önemli koşulu ise ya teknolojik bilgi ve bu bilgiyi anlayacak birikim ya da ortak kültür, ilahi güce inanma ve de ideolojidir. Bilgi, kültür, ilahi güç ve de ideolojilerin ortak özelliği, bunların selam vermek gibi, para sahibi olmak gibi Pierre Bourdieu’nin değimiyle yapılandıran yapıcılar olmaları. Bunlar bir sonraki eylemi tanımlar, saptar ve belirlerler.

Bunu, ilahi olanla, ideoloji ve bilimsel bilgi arasında hem tarihsel ve hem de kavramsal olarak yakın bir ilişkinin varlığında görebiliriz. Avrupa da din, felsefe, bilim, teknik, reformasyon ve aydınlanma önceleri yan yana, birbirini etkileyerek, birbirinden öğrenerek ve de zamanla birbiriyle çatışarak ama hep aynı alanda ve de alanları kullanarak gelişti. En kısa şekliyle, ilahilerden farklı olarak ideolojiler daha teknik ve bilimsel bilgiye dayanırlar. Her üçünün ortak yönü ise, onların bilinç üzerinden edinildiğidir. Birey, bunlarla enformasyon, bilgi ve düşünce arasında mantıki bir ilişki kurabiliyor. Bilgi kuramınca ilahi olanla, ideoloji ve bilgi arasında ki farkı, ilklerinin ampirik bilgiyi belli bir yönde elebora etmelerinde, tanımlamalarında ve onu yorumlamalarından görmek mümkün. İlahiler ve ideolojiler ampirik bilgiyi çıkarları çerçevesinde yorarken, onu çıkarlarına uluşmada birer araç olarak kullanırken, bilim aynı bilgiyi bilgi, fikir ve düşünce adına yorumlar ve bunda ise amacın kendisini görür.

Jürgen Habermas’nın Türkçe’ ye Tanıl Bora tarafından Kamusallığın Yapısal Dönüşümü olarak çevrilen Strukturwandel und Öffentlichkeit eseri bu ilişki iyi anlatan kitapların başında gelir. Buradan özetlersek, ilahi, dini, felsefi ve bilimsel bilgi ancak yorumlandığında anlam kazanır. Anlam yükleme ise ya çıkarlarla ya da fikirlerle mümkün. Her ikisi de toplumdan, dinden, ilahiden, ideolojilerden, kısacası bireyin insan ve dünya görüşünden bağımsız değil ve olamaz. Bu anlamıyla, doğa, fizik kanunlarını sosyal kanun ve kurallardan ayıran, sonuncuların bireysel, toplumsal, tarihi, ilahi, dini vs. kararlar olmalarıdır.

Bu yüzden de bir olgu farklı cephelerden farklı değerlendirilir. Bu farklılıkları görmek ve anlamak için, kimin hangi fikirleri ve hangi çıkarları temsilen neyi savunduğuna bakmak gerek. Buradan şu sonucu çıkarmak mümkün; insanların olayları ve olguları değerlendirmelerinde ki farklılıkları onların zihniyetleri ya da çıkarlarıyla açıklamak mümkün. Örneğin din, bilim, kapitalizm ya da sosyalizmin bir çevre için araç ve çıkarları temsil ederlerken, diğer bir çevre için amaç ve fikirleri ifade ederler. Covid-19 bir çevre için para kazanma olanı olarak görülürken, diğer bir çevre burada bir insanlık dramı görüyor. Bir çevre bir alana sadece artı değer sağlayacaksa yatırım yapılması gerektiğini savunurken, diğer bir çevre insan yaşamını kurtaracaksa yatırım yapılmalı prensibinden yola çıkıyor. Kimi çevreler vergilerin Covid-19 gibi salgın hastalıklara karşı aşı araştırılmasında kullanılması gerektiğinden yana tavır takınırken, başka bir çevre aynı kaynağın ulusal güvenliği sağlamada kullanılması gerektiğinden yana.

Bir yandan işsizliğin artığı, göç dalgaların yaygınlık kazandığı, ulusal sınırların anlamsızlaştı, makineleşmenin günlük eylemleri belirlediği ve öte yandan da iklimin ısındığı, ormanların her geçek gün daha bir azaldığı, kimyasal, biyolojik ve daha bir sürü kitle imha silahlarının yaygınlık kazandığı bir dünya da neyin tehlike, neyin risk, neyin bilgi, ve neyin ideoloji olduğuna karar vermek her geçen gün daha bir zorlaşıyor. Bununla beraber, örneğin kapitalist olmayan herkes tarafından, anthropocenenin normal seyir, evrim ya da insanların, bireylerin yıkıcı özelliğini değil, ama sonların azınlık ama güçlü bir çevre tarafından bir ideolojiye dönüştürülüp insanları kolektif olarak ve düşünmeksizin dünyayı yok etmesi anlamına geldiği konusunda geniş bir mutabakat sağlanmış durumda.

İlahi Evlilik ve Günlük Yaşamda İdeoloji

İlahi güçlere iman ve ideolojilerin en önemli özelliklerinden biri, onların insanların günlük yaşamlarını açıklama gerektirmeden, yani üzerinde hiç düşünmeksizin belirleyebilmeleri. Bu belirlemeyi risk ve tehlike bağlamında, örneğin Nil Göncenin evlilik üzerine yaptığı şu gözlemle açmak mümkün: „Son yıllarda boşanan çiftlerin sayısı hızla artmış durumda. Evlilikler ‚Bir yastıkta kocayın’ yerine, ‚anlaşamazsak boşanırız’ diyerek başlıyor.“

Bu olguyu, insanların geleceği öngörebilme yetisiyle veya onların günlük yaşamlarını idamede kültürel değer yargılarına olan güvensizlikleriyle açıklamak mümkün. Çevremizde her geçen gün ayrılan çiftlerin sayısı artıyorsa, bu gerçekliği görmemeyi tercih etmek, görmemezlikten gelmek ve bu gerçekliğe rağmen tedbir almamayı doğru bulmak zor. Yine çevremizde bunu doğru bulanların, bu doğruluklarını gerçekliğe, bilgiye, ampiriğe dayanarak değil, ortak ahlakla, kültürle, mecburiyetle veya bireysel rüyalarıyla açıklıyorlarsa, o zaman (sırf) bilinen kültürel, dini, coğrafi, ulusal motiveleri, anlatım ve yorumlama biçimlerini ayakta tutmak adına böyle bir seçim yapmak belki riskli ama hala akli, fakat bunu bütün insanlardan beklemek hem tehlikeli hem de yanlış. İlişkilerini bildik öngörü yöntemleriyle riskleri minimize etme üzerine kuran bir kişi, bu tip insanların eylem prensibinin bilgi değil, bilgiyi reddetme üzerine kurulu olduğu yargısına varır. Diğer bir söylemle, rasyonel öngörünün merceğinden, bu insanların retleri, bildiklerinden değil, bilmek istememelerindendir. Bu ise, yani bilgiye rağmen, ezbere göre davranış ise ancak ilahi güçlere imanla, toplumsallaşma, eğitim veya ideolojiyle mümkün.

Hukuk ve İdeoloji

Hukuk, ahlak ve dini kurallar, eğitim, öğretim ve felsefi prensipler üzerine kurulu bir disiplin. Toplumların hukuk anlayışları onların tarihi ve kültürel yapısıyla orantılı olarak farklı farklı. Bunları birbiriyle karşılaştırmak ve değerlendirmek mümkün. Bütün kültürel farklılıklara rağmen, modern hukuku maksatlı eylem biçimlerinin kurumlaştırıldığı yer olarak tanımlamak yanlış olmaz. Hukuk bu açıdan bakıldığında var olan gerçekliğin ve güç ilişkilerinin, ideolojik hükümlerin de formüle edilişidir. Bu yönleriyle modern yasa ve onların temsil ettiği mantık biçimi, bir toplumun geleneklerinin, göreneklerinin, kültürel değer yargılarının ve onların bireyler üzerinde etkisini gösterdiği ve incelendiği alandır. Buradan bakıldığında ve Gönce’nin gözlemine geri dönersek, modern hukukun evlilikten değil, evli olmama durumundan yola çıktığını görürüz. Bu gerçekliği örneğin evlilik için bilinçli ve resmi bir sözleşmeye gerek duyulmasında görebiliriz. Buna karşın, evlenmemek gerekçelendirilmeksizin de mümkün. Bu anlamıyla hukuk, evlenmemeği gerekçelendirilmesi gereken bir gerçeklik olarak görmüyor. Buna karşın evlenmeyi riskli bir eylem olarak kodlandırıyor ve bu yüzden de tarafları hakları ve ödevleri hakkında tehlikelere karşı korumak adına bilgilendiriyor.

Bu gerçekliği kapitalizmin ilahisi olan paranın mantığından geçirdiğimizde, evlilik eylemi ayrılık anındaki paylaşımın sözleşmesi halini alıyor. Bu anlaşmaya göre, evlilik, ayrılık durumunda kimin neyi niçin alacağının sözüdür. Gerçekten de, kısa bir döneme kadar evlilik ilahiydi ve evlilik değil ama ayrılıktı zor olan. Ama bugün, insanlar 55 yaşındaki olası ayrılığı, ayrılığın rizikosunu bugünden, daha doğrusu genç yaşta düşünmek ve en iyi/karlı sigortasını yapmak zorunda hissediyorlar. Kapitalist, çıkarcı bir bireyin gözünden, bu sigortayı yapmayanların davranışlarını ya onların tehlikeli yasam tercihleriyle, ya da tehlikeyi görmemeleriyle açıklamak gerek. Her iki durumda da, onun gözünden rasyonel olmayan bir davranış biçimiyle karşı karşıyayız. Bu yüzden günümüzün hukuk sistemleri ikinci durumda olabilme ihtimali olan insanların sözleşme yapma yetilerini onların tersi istemine rağmen kısıtlayabiliyor ve bu kısıtlamayı ise riski minimize etme olarak tanımlıyor.

Korona virüs ve Sorumluluk

Tabii ki çıkarcı olmayan ve böyle davranmayan insanlar var. Ama kimin koyun ve kimin kurt olduğunun bilinmediği, neyin risk ve neyin tehlike olduğu yorumlara açık bir iletişim toplumunda hukuk bu durumda zenginden, parası olandan değil, fikirsel düzey de ve zayıftan yana tavır takındığını söylüyor. Oysa yapılması gereken sorumluluk alabilme yetisini geliştirmektir. Sorumluluk, hem evlilik ilişkilerinde, iş yaşamında ve hem de bireysel ve toplumsal kararlar almada geçerli bir prensip. Fakat bu prensip paraya para katmadan çok uzak. Hatta bu prensibin uygulanabilmesi için ciddi yatırımlar gerekiyor. Tamda bu yüzden bu kavrayış günümüzde gerçekçi, hayata uyarlanabilir bir prensip olarak görülmüyor. Buna karşın, yani sorumluluk yerine para kazanmaksa bütün amaç, o halde tehlikelerin risk, risklerin ise ilahileştirildiği bir toplumsal formasyona sürüklenmemek, işte tam da bu ilahi güçlerin hakim olduğu toplumlarda mümkün görünmüyor.

Bu gerçekliği içinde bulunduğumuz korana virüs döneminde görmek daha bir kolaylaştı. Kriz önce uzun yılların mücadelesi, büyük bedellerin sonucunda elde edilmiş demokratik ve hukuksal kazanımlara vurdu; bir anda ulusal sınırlar tekrardan beliriverdi. Avrupa Birliği değil, uluslar krallıklar ve iyi durum da ise Birleşik Ulusal Avrupa karşımıza çıktı. Karantinayı sokağa çıkma yasağına dönüştürmenin ve ilan etmenin ne kadar kolay olduğunu gördük. Buna karşın tam da bu korona virüs krizi, kapitalizmin içinden geçtiği ekonomik krize ilaç oldu; çünkü tam da bu virüs krizi döneminde sağlık tedbirleri almak yerine, bu krizi fırsat bilerek ekonomik krizi virüsle açıklamaya, meşrulaştırmaya ve para basarak ekonomik ve ideolojik krizden çıkmanın yolları aranıyor. Ve yine tabii ki bu krizden en büyük zararı her zaman olduğu gibi bu sefer de maalesef toplumun en dışına atılmışlar görüyor.

Bu kriz sürecinde, çarpıklıkları günlük yaşamın her alanında görmek mümkün hale geldi: Bir yandan doğumları ve ölümleri ilahin güç(ler)e bağlayan bu yüzden de ilahi merkezlerde şifa arayan inanlar, diğer yandan tam da bu ilahi merkezlerden diğer bütün inananlara bulaşan öldürücü bir virüs. Bir yandan sağlık sistemine ulusal bütçelerden ayrılan milyar dolarlar, diğer yandan sağlık sisteminin yetmezliklerinden dolayı ölen insanlar. Bir yandan bu ayrılan milyar dolarlar sayesinde palazlanan firmaların sahipleri ve yöneticileri, diğer yandan hiçbir sağlık güvencesi olmayan milyonlarca insan. Bir yandan hastahaneler, yaşlılar yurdu, hasta ve yaşlılarla hiçbir akli ilişkisi olmayan yöneticiler, diğer yandan tıbbi cihazı olmaksızın da, zor ve uzun iş saatlerine rağmen hastaya, yaşlıya yardım etmek isteyen doktorlar, hasta bakıcıları, hemşireler ve öğrenciler.

Gerçek şu, günümüzün sağlık sisteminin mantığı ticari rekabet ve karı azamileştirme amacı etrafında örgütlendi. Bunun direk bir sonucunu örneğin tıbbı cihaz veya doktor sayısını ihtiyaca göre değil de, iste bu karı azamileştirme mantığına göre belirlenmesinde görebiliriz. Bu yüzden, böyle kriz dönemlerinde ne herkesi test edecek finansal gücü, ne bunu organize edecek personeli, ve ne de bu istemde bulunan, veya hasta, doktor ve öğrenciyle dayanışan halkı sokaklarda görüyoruz. Sağlık ya ilahi güce, kadere, kısmete, şansa, ya da paraya, siyasi güce, itibara ve bireysel ilişkileri kullanabilme yetisine teslim ediliyor.

İlahi, Ekonomik ve Kültürel Güç

Tarihin her döneminde ilahi güçlere güven fiziki güç ve zor kullanılarak inşa edildi. İlahi güçlerin özelliği, onların aklıselim bir gerekçeye ihtiyaç duymamadan da yaşam alanındaki geçerliliklerini iddia edebilmeleri. Yaklaşık bir tanım paranın kapitalizmde ki fonksiyonu için de geçerli; para bütün diğer akli olası ihtimallere rağmen yaşam alanında geçerliliğini koruyabilen bir iletişim aracı. Bu aracı, özellikle de bugün toplumsal bir amaca, ya da toplumsal bir korkuya, ilahi bir güce dönüştürmek için ciddi yatırımlar yapılıyor. Onun gerçek özelliğini, fonksiyonunu, sosyal, ekonomik ve siyasi üretimi nasıl etkilediğini göstermek ve anlamak yerine, paraya lanet okumak ya da ona tapmak, sadece olanı örtbas ediyor. Bu ise sadece yöneten elitin işine yarıyor.

Tarihin her döneminde yönetenler var olan üretim ilişkilerini devam ettirmek için, kendisini üretmek için hep ilahi güçlere başvurdular. Kapitalizm bizzat kendisi ilahi güçlere karşı, krallara karşı savaşarak iktidarını kurdu. Bugün iktidar kapitalistlerde. Onlarda daha öncekiler gibi ilahilerini yaratmak ve üretmek zorunda hissediyorlar. Bunun bir yolu fetişizmdir. Bunula birlikte, kapitalizmde para üretim ilişkilerinden koparılarak yapıldığı için, para ya canavar, aracı meşrulaştıran amaç, ya da bizzat amacın kendisi olarak görülüyor. Oysa onun iyi veya kötü olma ihtimali bir masanın, gülün ya da kuru fasulyenin iyi veya kötü olma ihtimalinden daha az ya da daha çok değil. Para bir iletişim aracıdır. Günümüzün finans kapitalizminde her şey örtbas edildiği, her şey ya dost ya düşman, ya dünyevi ya da ilahi ilan edildiği için, para da ya iyi ya da kötü ilan ediliyor. Bunun yanı sıra, kapitalizm bu ideolojik örtbas-etme işini yaparken mümkün olduğunca bilimi kullanmak istiyor. Hatta bu kapitalizmde bir gelenek. Örneğin Adam Smith, bu yüzdendir ki kapitalizmin isleyiş mekanizmasını akli nedenlerle değil, sihirli/görünmez el ile açıkladı. Doğası gereği bu görünmez el hiç kimse tarafından tecrübe edilmedi. Buna rağmen bu görünmez el insanların yaşamını belirledi, belirliyor ve bir eylem birliğine gidilmezse belirlemeye devam edecek gibi görünüyor.

Ne Yapmalı

Dolayısıyla yapılması gereken ilk şey, bu işleyişi, ilişkiyi, belirleyişi görmeye ve gösterme çalışmaktır. Bu çaba örgütlü hala geldikçe, anlama da toplumsal bir birikim haline gelir. Bunun içinde, her aklıselim insanın gerektiğinde bir ekonomist veya sosyal bilimci gibi bilimsel yöntemleri de kullanarak olanı birbiriyle ilişkilendirmeye, bu ilişkiyi görmeye ve açıklamaya çalışması gerek. Buna karşın bu ilişkiler anlaşılmaya çalışılmadığında ya da açıklanmadığında insanlar var olanı görmede, anlamada ve yorumlamada ilahi güçlere ya da ideolojilere başvurmak zorunda kalıyorlar. Nasıl ki ilahi olan doğaüstü gücü, öbür dünyayı temsil ediyorsa, buna benzer olarak ideolojilerde olası olmayanı içerirler. İdeoloji, bütün ihtimallere rağmen yanılmama durumudur.

Aileler çocuklarından başarılı, okulda en iyi notu olmasını beklerler, ama bunu başaranların sayısı pek az. Kapitalizmde işsizliğin sıfıra düşme ihtimali olmamasına rağmen, bütün iktidarlar bunu savunurlar. Hukuk sistemi amacının adil düzeni inşa etme olduğunu savunmasına rağmen, dünyanın her yerinde hukuksuzluk diz boyu. Hukuk sistemi en detaylı kuram, yasa ve kurumlarını insan hakları değil, tüzel kişiliklerin hakları alanında geliştirdi. Eğitimde fırsat eşitliği savunulmasına rağmen, eşitsizlik en geçerli kural. Sağlık sistemi insanları iyileştirmek üzerine değil, sağlık sistemin kriterlerine göre değil de paranın gücüyle, kar, artı değer adına kimin ölmesi ve kimin ise yaşaması gerektiğinin rasyonalize edildiği yer. Böyle daha birçok örnek vermek mümkün. İdeolojilerin bu yönünden dolayı “gerçekçi ol, imkânsızı iste” vecizesi bu popülariteye oluşabildi. İdeolojiler olası olmayanı istedikleri ve savundukları için, onların yanılma payları yok. Bu yüzden de ideolojik tartışmalar birbirinden öğrenme üzerine değil, ama karşıdakini ikna etmek üzerine kurulu ve kurguludur.

Sonuç Yerine

Hiçbir bilim insanının bilimsel yöntemleri kullanarak tanımlayamadığı, kimi ilahi güçler, görünmez eller yaşamımızı belirliyorlar. Bu çarpıklığı anlamak ve anlatmak ilahi güçlere ya da ideolojilere başvurmaksızın da mümkün. Ayni belirleme kitle imha silahları ya da anthropocene için de geçerli. Neyin değil, neyin derede ve niçin ortaya çıktığı önemli. İnsan oğlunun dünyayı yok etme (kapasitesini) sadece insan kızının üstün bilimsel-teknik bilgiyi yanlış kullanımıyla değil, ama bundan da önemlisi ona kapitalizmin önderlik etmesiyle de açıklamak mümkün. İktidar sahipleri aklı, rasyonelliği ya da içtihattı değil ama ekonomik ve siyasi çıkarlarının kültürel kodlayışıyla ilgilenirler. Bizim yapmamız gereken ise bu sihri bozmaktır. Bu sihri bozmanın ve krizlerden kurtulmanın yolu ise kültürel birikimle mümkün. Kültürel birikim aynı zamanda tehlikeleri risklere dönüştürmenin de iyi bir yolu.