Nâzım’ın çok sevdiğim dizeleri aklımda günlerdir: “Anlamak sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık / anlamak gideni ve gelmekte olanı.” Çok sevdiğim bu dizeleri bana bir kez daha hatırlatan, Erbakan’ın ölümü üzerine söylenenler, yazılanlar oldu. Seksen beş yaşında ve sağlığı alarm verirken, “Milli Görüş” temeline oturttuğu partisini Tayyip Erdoğan’dan sonra bu kez de Numan Kurtulmuş’a kaptırmamak için, iki büklüm haliyle ve zar zor ayakta durarak aktif siyaset meydanına çıkmaya çalışan Hoca, iktidar ve siyaset tutkusunun mu yoksa gelmekte olanı anlamamanın kurbanı mıydı diye düşündüm kendi kendime. 

Bu yazının yazıldığı sıralarda toprağa verilecek Erbakan Hoca’nın siyasal yolculuğu ve zihniyet dünyası konusunda en iyi çözümlemelerden birini t24’teki yazısında yapmış olan Tayfun Atay’ın “Milli Görüş’ün ve Erbakan hareketinin hep tepkisel kaynaklardan beslendiği”; değişimden zarar gören, kaygı duyan, gerek maddi koşullarını gerekse kendi değerler dünyasını tehdit altında gören toplum kesimlerinin desteğini aldığı tesbitinden yola çıkıp, bu tesbitin Erbakan’la sınırlı kalmayıp sol’un günümüzdeki çıkmazına da ışık tuttuğunu anlatmayı deneyeceğim.


Gelmekte Olanı Anlamamak

Dünyanın sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olduğunu hepimiz biliyoruz. Hele de Marksist öğretinin en temel çıkış noktasıdır bu. Değişim ve dönüşüm kimi tarihsel dönemlerde, sakin akan bir ırmağın bahar gelince kabarıp şahlanması, köpürüp taşması gibi baş döndürücü, hatta ürkütücü bir hız kazanır. Birkaç yüzyılda bir, dünya her zamankinden daha belirgin ve derin şekilde sarsılır; teknoloji, ekonomi, güç odakları, değerler, düşünceler, ülkeler, sınırlar değişir. Böyle bir altüstlük sancısız, çatışmasız gerçekleşmez; bir dönem kaos kaçınılmazdır, sonra yeni dünya yavaş yavaş ufukta belirirken görece dingin bir döneme, bir güç dengesine, yeni düşünce, inanç, felsefe ufuklarına geçilir. Değişim tabii ki sürer; ama daha yavaş olarak. 

21. yüzyılın başlarında dünya yeni bir değişim/dönüşüm evresine girmiş görünüyor. Bilimsel-teknolojik devrimin gücü ve ivmesi daha önceki dönemlerde görülmemiş bir hız ve yoğunluk kazanıyor. Artık ne kadar direnirsek direnelim, hiçbir şey eskisi gibi, bir yüzyıl, hatta yarım yüzyıl önceki gibi kalmayacak. Ülkemiz ve bölgemiz bu değişim-dönüşüm anaforunun dışında değil, aksine tam ortasında. Sorunlarımız, çözümsüzlüklerimiz, bazen ürkütücü boyutlara, birbirimizi anlamamaya, düşmanlığa, cepheleşmeye varan tartışmalarımız özünde gideni kabullenememekten ve gelecek olanı anlamamaktan, daha doğrusu ne yapacağımızı bilemediğimizden, çözümler üretemediğimizden, gelecek olandan korkmaktan, korktuğumuzu da reddetmekten kaynaklanıyor. 

Kendine has üslubuyla Batı’ya, Hıristiyanlığa, Siyonizme, Batı’nın fasafisosu saydığı seküler değerlere, glu glu dansı saydığı demokratik ve özgürlükçü taleplere karşı çıkarken; ya da öğrencileri, tilmizleri İslami muhafazakârlığın Milli Görüş versiyonunun artık İslami kesimdeki değişim ve dönüşümün gereklerini bile karşılamaz hale geldiğini fark edip yeni arayışlara girerken, Hoca, kaybedenlerin tepkilerinin ve geçmişe özlemin sözcüsüydü. Bu açıdan bakıldığında Türkiye solunun giderek tutuculaşan, devrimin ruhuyla değil nostaljisiyle; değiştirici gücü ve anlamıyla değil, geçmişteki düşüncelerin, değerlerin, söylem ve ezberlerin aynen muhafazasıyla uğraşan kesimleriyle aynı noktada buluşuyordu. Devrimci kalkışımların, isyanların twitter veya benzeri iletişimlerle örgütlendiği, sosyal paylaşım ağlarının köhnemiş illegalite anlayışlarına nanik yaptığı; özgürlük, hak, adalet istemleriyle ayaklananların  çelik çekirdekli, demir disiplinli askercil siyasal parti yapıları içinde hapsedilemeyeceği bir dünyada, Müslüman mukeddesatçı sağdan, ya da ulusalcı- devletçi - vesayetçi soldan yükselen  tepkisel siyaset ve söylemlerin geçerli olamayacağını kavrayamamaktı ortak noktaları. Yani kısaca gideni ve gelmekte olanı anlamamak... Geleceğin dünyasını, gelmekte olanı, geçmişe yapışarak, çoğunlukla da zora dayanarak baskıyla, diktatörlükle, vesayetle engelleleyebileceğini sanmak... Dün Tunus’ta, Mısır’da, diğer ülkelerde, bugün Libya’da olduğu, yarın isyanın başka ülkelere sıçrayacağı gibi. 

Değişmeye çabalayıp bir türlü değişemeyen CHP’nin, yeni fikir ve çözümleri devrimciliğe ihanet sayan geleneksel solun, Müslüman Arap ülkelerinde, Ortadoğu’da yükselen halk hareketine ABD emperyalizmi güdümlü BOP tiyatrosu, ılımlı İslam yaratma oyunu diye bakanların, ya da daha doğrusu sadece bu gözlük ve ezberle bakanların buluştukları nokta bugünün olumsuzluklarıyla sınırlı kalıp “gelmekte olanı” görememek; dahası, görse bile parçası olamadığı, kendini hazır hissetmediği bu gelecekten kaygılanıp, yeni fikirler, yeni çözümler üreteceğine, eskiye sarılmaktır. 


Değişimi Okumak Yeterli mi?

Türkiye’deki, hatta bölgedeki değişimi, heceleyerek de olsa okuyabilen siyasal hareketin AKP olduğunu söylersem, sosyolojik analizi siyasal tercihle karıştırıp eleştiriyi çok aşan, hakaret sınırında dolaşan sağlı sollu saldırılarla karşılaşacağımı biliyorum. Yine de AKP’nin yükselişinin ve üçüncü dönemde de iktidar adayı görülmesinin başlıca nedeninin değişimi ve gelmekte olanı görmek olduğunu yineleyeceğim. Meselenin bam teli de tam burada işte: Değişimi anlamak yeterli mi? Başka bir deyişle, değişimin ortaya koyduğu sorulara doğru cevaplar verilebiliyor mu? Bana göre, gelmekte olanın ortaya attığı soruları okuyabilen AKP, cevapları neo-liberal, neo-con. düşünce çerçevesine oturtarak, yetmedi dinsel muhafazakârlığa tutunarak bugünün dünyasında kendine bir yer edinirken, geleceğin dünyasını ıskalıyor. Sınıfsal-ideolojik yapısı daha öteye geçmesine izin vermiyor, vermesi de mümkün değil. Türkiye’de ve İslam dünyasında, bir kesimin model olarak gördüğü AKP vâri siyasal hareketler bir tür İslam modernleşmesi yaratarak, ülkelerinin ve İslamın bugüne uyumunu sağlayacaklar; ama “gelmekte olan” bunun ötesinde tasavvurlar, düşünceler, reformlar, devrimler gerektiriyor ki, bunları gerçekleştirmek AKP’nin ufkunu da çapını da fersah fersah aşıyor. 

Kafasına pranga olmuş ideolojik ezberlerden ve nostaljiden sıyrılmış, dünyadaki güçlerin yeni konuşlanmalarını, yeni toplumsal hareketlerin taleplerini doğru okuyan, insanı öğütüp yok eden vahşi kapitalist düzene baş kaldırmanın yeni projeler üretmekten geçtiğini bilen ve bunları üretebilen bir sol gerekiyor bize ve bütün dünyaya. Enternasyonalizmi bir hayal ve ütopya değil somut bir gerçeklik ve zorunluluk haline getiren koşullar, asıl şimdi 21. yüzyılda şekilleniyor. 20. yüzyıl dünyasından devrimci bir sıçramayla 21. yüzyıl dünyasına aşıracak köprünün düşünsel temellerini, tasavvurlarını, değerlerini ve deneyimlerini oluşturacak yeni bir sola ihtiyacımız var. O da ancak gideni ve gelmekte olanı anlamakla, bugünün sınırlarından kurtulup önümüzdeki yüzyıla bakmakla mümkün.