Birbirlerini boğazlamaya hazır milyonlarca insanın yaşadığı Ortadoğu’da, zulmün ateşi dört bir yanda yükselirken, vatansız ve isimsiz çocuklar adına yeni haritalar çizilmiş, yeni savaş planları yapılıp savaş tezkereleri kabul görmüş ve pervasız cellâtlar tarafından vatansız çocukların soy defterini düren ölümün fermanı, dört bir yanda uygulanmaya başlamıştı.

Sürgün, soykırım ve ölümün trajedisiyle boğuşup yollara düşen vatansız çocuklar, bir sınırdan bir başka sınıra sürüklenirken, kimi geçmişinden bir parçayı kaybetti, kimi kör topal yaşadı, kimi de ölümün serabına yakalandı.

Binlerce cellâdın gaza akınına uğrayan öteki çocuklar ülkesinde, kaç kez kırımdan geçtiler, kaç isyan kanla bastırıldı, kaç insan ailesini yitirdi? Hatırlanmadı. Hafıza-i beşer kayıptı işte.

Rivayet edilir ki, binlerce yıllık lanetin günahını boyunlarında taşıyan vatansız çocuklar, ölümün rengiyle soldular ve cümlede infaz edildi bedenler!

Savaşın bedenleri paramparça ettiği o günlerde, rüyası bölünen vatansız çocuklardan biri, atalarından miras olarak kalan ve ruhunun derinliklerinde derin izler bırakan yıkımlara, ölüm ve ihanetlere katlanırken, yine dilsiz, yine kimliksiz ve yine rüyasızdı.

Halkının pare pare olmuş sesini, dilini ve kültürünü paramparça eden Vandal sürülerine karşı, küçücük bedeni ve yorgun yüreğiyle son bir kez daha direnmeye çalıştı. Zaten, vatansız çocuğa, kaydı tutulamayan ölüler ülkesinde, yüz yıllardan beridir, direnmekten başka hiçbir şans tanınmamıştı.

Oysa kaç badireyi atlatmış, kaç parçada kaybolmuş, kaç kez ihanete uğramış, kaç kez rüyası bölünmüştü? Bilinmiyordu.

Çocuğun zihnindeki iyi ve kötü hatıralar, en gizli ve en kuytu noktalarını işgal eden duygu ve pişmanlıklar, özlem ve arzular, öfke ve ihanetler yeniden canlanmaya başlamıştı. Zihninde zelzeleye yol açan kederli kasılmalar, alev toplarından oluşan yakıcı bir ateşe dönüşmüş, duygusu incinmiş, sağırlaşmış ve körleşmişti.

Soykırım, tecavüz ve işkencenin gırla olduğu ülkenin terk edilmiş bir sokağında, her şeyi yakıp kül eden barbar sürülerine karşı, binlerce parçaya bölünmüş yüreğiyle, bütün Sezar ve Brutuslara ana dilinde küfür savurup durdu o gece!

Hangi dilin günahıyla zehirlenmiş, hangi dinin afyonuyla uyuşturulmuştu? Kaç türküyü dinlemiş, kaç kez avutulmuş, kaç ninniyle uyutulmuştu? Anımsayamadı.

İsmi var, kendi olmayan ülkede, geçmişine kazık atıp geleceğini çalan bütün liderlere, iktidarlara ve manifestolara beddua etmek için kaydı tutulamayanların dilinden ve Kürdî hicazkâr güfteyle seslenmek istedi içindeki “ben”e.

Ses, söze; söz, çığlığa dönüşmek istedi. Dönüşemedi.

İnsanlığın sırtını döndüğü ve barbaların soykırımla delik deşik ettiği ata yadigârı haritada, kimliksiz ve sahipsiz kentler aya boyun bükerken, çocuğun beynini deşen işkencenin aleti, saatli tik taklar eşliğinde ilerliyordu o gece. Çocuk için gün, yeni ölümlere gebeydi. Gün, yeni katliamlara gebe…

Katline ferman buyuran yeryüzündeki bütün zalimlere karşı, annesinin inandığı Tanrı’ya, deruni bir sesle son bir kez dönüp, vatansız ve isimsiz çocuklar adına son bir kelam etmek istedi ve dedi ki;

Bugün, Kürdün içinden doğdu çığlığın dili. Doğan çocuklar güdük, analar doğum sancılarından uzak kalacak hepten. Söz sırası babalara gelince, söz utanacak ve dil pas tutacak. Çünkü bugün, ölümün sabıka kaydını tutup, zalimlerin alnında kara bir lekeyi bırakıp gidiyorum.

Bugün, bedenimden aldığınız hazdan, rahmimde büyüyen travmalı çocuklar doğuracağım sizlere.

Bugün, binlerce yılın lanetinden doğan bir çığlığı, alın mirasınızdır diye size adayacağım.

Bugün, ölüme sığınan çocukların kederinden, ölümün tiradı çarpacak tarihinize. Siz ki, ölü gözlerde, ölü çocuklar; ölü bir ülkede, ölü gözler bıraktınız.

Zihnim, geçmişimde; kanlı olan geçmişiniz, bir enkaz halinde…

Ufkum, gökteki yıldızlar kadar uzaktır sizden. Bakın. Duyuyor musunuz? Esaret altında geçen binlerce yılın zorbalığı sonucunda ülkemde, çocukların yanık ezgileri yankılanmakta...

Ardılınız olan savaş fahişelerinden, trampet sesleri ve ateşli silahlar eşliğinde zincirsiz köpekler peydahlandı ve siz, savaş davullarının gümbürtüsünü, ölümün ezgisiyle dayadınız defteri dürülen ulusumun dölüne.

Geride, Firavunlardan oluşan özürlü diktatörler, yıkılmış kentlerde ölü bir halk ve ilkel dürtülerle uluyan cellâtlarınızın yankısını bıraktınız.

Neredesin ölümün partizan çığlığı? Neredesin öfkemin mağrur ezgisi? Kilitlendi çılgınlığı rengimin, yorgunluğun ağırlığı düşerken bedene…

Sonra, sonrası yok, dedi ve bir ömrün bütün yorgunluğuyla, yaslandı uğultulu geceye. Ardından son bir sessizlik çöktü yüreğine ve Ay’ın öbür yüzü söndü. Dua eden eller, usulca indi ve çocuk, bir ömrün bütün öfkesiyle sustu. Delindi zihninin duvarı!

Rivayet edilir ki, o günden ve o ağıtından sonra, kılıç artığı olan vatansız çocuklardan hiç biri, Kürdün diliyle, bir daha ağıt yakmak istemedi.