Adnan Yücel’in yıllar önce yazdığı “Nasıl anlatsam sana, ey ateşe sürülmüş ölümler ülkesi, nasıl anlatsam. Ufuk çizgilerinde silikleşen anılar, kutsal soygunlar, yasal vurgunlar. Ülkemin çöplüğünde biriken çocuklar” şiiri, beyni donmuş ülkenin değişmeyen yazgısını anlatıyor. Çünkü iktidar hırsının kurbanı olup her daim Araf’ta yaşayanlar, paramparça olmuş ölüleri andırıyorlar ve ölüm, insanların üzerine bir gölge gibi çökmeye devam ediyor.

İktidarlarının bir ömür süreceğini zanneden zamanın ve mekânın geçici efendileri, devletin ideolojik aygıtları aracılığıyla ata yadigârı masalları, ateşli savaş nutuklarını, yenilmez savaş ordularını, geçmişin hayali kahramanlıklarını ve cüzamlı toplumun payına düşen acının reçetesini, zihinlere kodlamaya çalışıyorlar.

Örtbas edilen gerçeklerin yerine, sahte imgelerden iffetsiz hikâyeler yaratılıyor. Sahte imgeler devreye girdiğinde, iyilik kötülüğün; ahlak da ahlaksızlığın önünde alçalmaya başlar.

Toplumun geçmişini budayıp geleceğine gölge düşüren ve şiddetin dozajını sürekli arttırıp toplumun soluğunu kesen iktidar aygıtı, ülkeyi korkunç bir harabeye çevirdi. Böylece tüketilen, katledilen ve zehirlenen geçmiş, foseptik çukurunu andırmaya başladı.

Kuşkusuz, kötü ve pis kokulu korku virüsünün tanıdık etkisi yayıldıkça, hayatınızın nasıl çarçur edildiğini, rant, hırs ve koltuk kapma savaşları nedeniyle beyninizin nasıl uyuşturulduğunu, sayıklayan hayallerinizin, tutkularınızın ve inançlarınızın nasıl öldürüldüğünü, yıllar sonra fark edeceksiniz, lakin birikip taşan lağımda, zihninizi delik deşik eden felçli hafızanız, geleceğinizi paramparça edecek.

Değerleriniz, ümitleriniz ve inançlarınız zayıfladıkça, zihninizi tüketen korkulu, öfkeli ve endişeli ruh hali, hayallerinizi anlamsız kılacak.

Üzerinizdeki baskı arttıkça, tedirgin olacak, bezginleşecek, asabileşecek, ölecek ve öldüreceksiniz. Bu durum, hayalete dönüşen bedeninizi, derin bir hüzne, şiddete ve karmaşaya sürükleyecek.

Kötülüğün meşruiyet kazandığı ve iktidarın kayışının koptuğu tarihsel anlarda, iktidarın gücü kutsallaştıkça, efendilerinizin akıldışı davranışları artacak ve siz, “politik önderlerinizden efsaneler, kurbanlarınızdan şehitler ve ideolojilerden bir din yaratacaksınız.”

Ölümün vurgun yediği ülkenizde, hikâyelerinizden ve zaaflarınızdan beslenen iktidar, ölülerinizin üzerinde tepişip onları öğütmeye devam edecek.

Savaş sahnesinin ön saflarında bulunan ve açlıktan nefesleri kokan tunçtan çocuklarınız (“meçhul askerler”) efendilerinizin militarist emirleri doğrultusunda yaşamlarını fit edip gümbürtüye gidecekler ve çocuklarınız, hiçlik ordusunun birer temsilcisi olarak anılacaklar, fakat çocuklarınızın ölü bedenleri, iktidar için teferruattan öteye geçemeyecek.

Dışarıda kalan sizin gibi atıl ve vebalı yığınlar, aşağılanmışlığın ve kirlenmişliğin vermiş olduğu her türden işkenceyi tadıp, korkak, pısırık, aciz, yorgun, bencil ve hasta bir halde, belki ölmek belki de ölmemek için Tanrı’ya dua edecekler.

Zaman, acımasız sarsıntılar eşliğinde ilerlerken, siz, bir korkuluk gibi gücün gölgesi altında yaşamayı sürdüreceksiniz. Üstelik iktidarın size bahşettiği küçücük çıkarlardan faydalanmak için kişiliğinizi, vicdanınızı ve inancınızı, aşağılık dürtülerle ayaklar altına serip lağım çukurunda yaşayan bir hiç olarak sayıklayıp duracaksınız.

Muktedirlerin ihtirasları yüzünden cinnet kusacak ve onlarla birlikte çürümeye yüz tutacaksınız. Sizi doğuran zamanın tohumları da sizin gibi çürüyüp gidecek ve kurbanlar için zamanın ve mekânın ruhuna uymayan göstermelik törenler düzenlenecek.

Cioran’ın, “İnsan türü ancak kendini mahvedene hayran olur.” dediği bir ortamda, öyle bir çığırından çıkmış ve öyle bir cinnet geçirmiş olacaksınız ki, bilincinizde kangrene dönüşen derin yaralar oluşacak.

Bir yanınız Musa’ya, bir yanınız Firavun’a dönüşecek ve hafızanızda mayası bozuk hayaller birikecek.

Düşleriniz, yarattığınız cehennemde kavrulurken, yaşadığınız mekân bir mezbahaya, kudretli efendileriniz de yüce kahramanlara dönüşecek.

Dahası mı? İkiye bölünmüş bilincinizden miadı dolmuş ölü kişilikler ve kitlesel faşizmden patolojik yaralar doğacak.

Yetmeyecek. Dilinizde, dinsiz İblislerin nifak bozucu cümleleri gezinecek. Artık, ne aynılığın ne de yokluğun sureti olacaksınız.

Zihinlere ve bedenlere üşüşen yığınların lanetiyle vuruşa vuruşa sevişecek, kötü düşlerden, kötü sevişmelerden ve hırpalanmış vücutlardan yeni günahlar biriktireceksiniz.

Gaza, vatanperverlik ve şahadet iksiriyle, ötekinin mahremine dalan işgal ordularının unutulmuş birer neferi veya kutsal toprakların kanlı ve aziz bekçileri olarak, çürümüş vicdanınız, çürümüş bedeniniz ve çürümüş onurunuzla, yedi ceddinizin ırzına geçip parçalanmış kavminizden destanlar, yitik bir kuşaktan ölü partizanlar yaratacaksınız.

İç bunaltan ölüm korkusu bedeninizi içten içe soldururken, delirmenin hışmı ve baş eğmenin ürkütücü tedirginliğiyle, “ölüm tarlalarında” kafatası avcılığına soyunup, yarına dair çocuklar düşleyeceksiniz. Çizerken karalama düşlerinizi, çocuklarınızın kana boyanan resimlerini çizeceksiniz.

Shakespeare’nin Kral Lear adlı eserinde,  “guguk kuşunu öyle uzun besledi ki serçe, serçenin beynini deldi guguğun yavrusu büyüyünce.” Sizin de hikâyeniz bu! Şimdi dilerseniz, dönebilirsiniz şenlikli eğlencenize veya eseriniz olan doyumsuz cehenneminize. Nasıl isterseniz, nasıl anlarsanız, nereye çekiyorsanız öyle!