Van’da meydana gelen deprem, eminim, hepimizin, yakın geçmişte yaşadığı benzer felaketleri hatırlamasına vesile oldu. Malum, 1999 yılındaki Gölcük depremi, Türkiye’de büyük bir sarsıcı etki yaratmıştı. Bunun en büyük sebebinin ise, bu depremin ülkemizin batısında meydana gelmesi olduğu, hepimizin malumu… Oysa Türkiye öteden beri deprem riski altındaki bir ülke. Ama önceki depremlerin Erzincan, Varto, Lice, Elazığ gibi doğu bölgemizde meydana gelmiş olması, depremin ne tür bir felaket olduğuyla ilgili olması gereken bilinç ve duyarlılığı açığa çıkarmaya yetmemişti.

Devletin anlayış ve politikaları bir yana, bu durum, her birimizin kendi vicdanında yüzleşmekten kaçınmaması gereken bir realitedir. Yeri geldiğinde “çakıl taşı” edebiyatı yapılacak, şoven-milliyetçi rüzgarlar estirilecek, dört bir yanda bayraklar sallandırılacak, ama bu tür bir durumda, olup bitenler sanki Patagonya’da olmuşçasına, örneğin, “aa, Van’da deprem mi olmuş” türü bir soğukkanlılık ve duyarsızlıkla davranılacak… Herkesin kendi vicdanını sorgulaması gereken gerçek, tam da budur. Kaldı ki, hiçbir zaman olmadığınca kendimizde bir “dünyalı” bilinci, sorumluluğu geliştirmemiz gereken bir çağda yaşıyoruz artık. Yani felaket, Patagonya’da da yaşanmış olsa, insanlığımızın ayağa kalkması gerekiyor. Yoksa insanlığımızda eksik bir şeyler var demektir…

Tabii ki ben de yakın geçmişimizdeki Gölcük depremini anımsadım. Aynı zamanda, ne tür bir “ayrımcılığa” maruz kaldığımızı… Bursa Özel Tip Cezaevi’nde idim o zaman. Tesadüf, depremin meydana geldiği gece, geç yatmıştım. Ranzama henüz uzanmıştım, kim bilir ne tür “günlük” cezaevi meseleleri ile meşguldü kafam. Henüz daldığım uykudan sarsıntıyı hissederek uyandım. Bulunduğum koğuşta depremi ilk fark edenlerdendim. Hemen odamın kapısından “deprem” diye haykırdım, uyuyan arkadaşların uyanmasını sağladım. O anda kapı önündeki nöbetçi gardiyanlar çoktan koridoru terk edip dışarıya kaçmışlardı. Ya biz ne olacaktık? Havalandırma kapılarını açmaları için epey bağırıp çağırdık. Ama sesimizi duyan olmadı. Biz de havalandırmaya açılan kapıları kırdık ve dışarıya değilse bile havalandırmaya çıktık. Havalandırmada olmak da çok güvenceli değildi. Bina yıkılacak olsa, içeride olmakla dar havalandırmada olmak çok da fark etmeyecekti. Yine de, psikolojik olarak havalandırmada olmak daha güvenceli gibiydi. Neyse ki bina birkaç çatlak dışında sapasağlam ayaktaydı. Birkaç gün boyunca havalandırmada yatıp kalktık, içeriye girmedik. Zaten gardiyanlar da ancak birkaç gün sonra sayım yapmaya geldiler, olağan nöbet yerlerine döndüler…

Deprem ve benzer doğal felaketler, doğanın “efendisi” olduğunu düşünen insanın aczini açığa çıkarır. Dayanışma duygularını güçlendirir aynı zamanda. Ama maalesef, felaketin etkileri aşıldığı oranda, “herkes kendi derdine” durumuna hemen geri döner… Bu dayanışma duygusunun “olağan” zamanlarda da geçerli olduğu bir toplumsal ilişki tarzımız olsa, herhalde her şey çok daha farklı olurdu. “Olağan” zamanlarda hayat-memat meselesi saydığımız sorunlar, felaket zamanlarında nasıl da anlamını yitiriyor, değil mi? Ne “Kürt sorunu” ve ne de bir başka sorun, yaşadığın felaket karşısında daha önemli ve değerli olmuyor…

Çünkü felaketin rengi, kimliği, inancı veya ideolojisi olmuyor…

TV ekranlarında, gazetelerde deprem uzmanlarının görüş ve değerlendirmelerini, yorumlarını okuyor, izliyorsunuz. Deprem, her defasında, en çok yoksul olanı vuruyor, mağdur olanı vuruyor; bizi, gündelik yaşamın hayhuyu içerisinde gözden kaçırdığımız toplumsal adaletsizlik gerçeklerimizle yüz yüze getiriyor.

Felaketin rengi, kimliği, inancı veya ideolojisi yok, ama bir adı var: Van…

İnsanlık başına...