Eskilerin bildiği ama bugünlerde unutulmuş bir slogan vardı: “Söz onurdur, onurumuzu çiğnetmeyeceğiz.” Daha politik, daha devrimci, daha ‘okur-yazar’ çevreler atardı bu sloganı. Bu ‘daha’lardan olmayanların sloganı ise “Söz ağızdan bir kere çıkar”dı. Ve gerçekten de öyleydi. Çünkü sözümüz bizim közümüzdü. Bizi hayata bağlayan ateşimizdi. Değişmemek, hep aynı şeyi söylemekten bahsetmiyorum, dirençten ve inattan bahsediyorum. Onun için her şeyi söylemez, söylediğimizi de yapardık ya da en azından yapmaya çalışırdık.
 
Artık her şeyi söylüyor, hiç kimseyi dinlemiyor ve kendi söylediğimizi de az sonra unutuyoruz. Söylediklerimiz ‘söz’ değil ‘laf’tan ibaret. Her gün birilerini unutmuyor, birilerinden hesap soruyoruz! Ama hiçbir şey yapmıyoruz. Ölen öldüğüyle, kalan acısıyla kalıyor bir başına. Bizse gösteri toplumunun (bazen bilinçli bazen bilinçsiz) sadık birer üyesi olarak kendi gösterimizi sunuyoruz. Görevlerimizin gereği ve egomuzun huzuru için bir şeyler yapıyor, bolca oyalanıyoruz işte.
 
Söz, öz’ün dile gelmiş, dillendirilmiş halidir. Özümüzün, benliğimizin, bizi biz yapan varlığımızın dildeki karşılığında, yani sözümüzde gerçeğin izi vardır, olmalıdır. Gerçek bilinebilir mi tartışmasına girmeyeceğim ama kendimizi bilmeliyiz. Her şey Sokrates’in “kendini bil” deyişinde düğümleniyor belki de. İyice bir sarsılıp özümüze dönmeli ve önce bir kendimizi bilmeliyiz. Herkese, her şeye laf yetiştirirken sözümüzü, özümüzü (onurumuzu) göz ardı ediyoruz.
 
Elimize kalemi alıp Hurşit Külter’i unutmuyor, Ankara Katliamı’nın hesabını soruyoruz(!) Oysa yazı kadimdir. (Gerçi bugünlerde internet sayesinde bu da tartışılır oldu ya neyse) Evet yazı kadimdir ama biz onu bile buharlaştırmayı başardık. Yazı bilinebilen tarihi başlatır ve sürdürür, bizim elimizdeyse sürünüyor.
 
O kocaman sözleri laf olsun diye söylerken, onları dillendirmiş olmuyoruz, sadece dile düşürmüş oluyoruz. Düşürüyoruz onları, elimizden, dilimizden, içimizden düşürüp atıyoruz, tutan olursa diye…
 
Ne yani susayım mı, konuşmayım, yazmayım mı diyor bir taraftan içimdeki öz. Elbet konuşacağız, yazacağız ama kendi-mizi bilerek. Elbet eyleyeceğiz, mümkün-lerimizi unutmayarak. Söz verirken, aynı zamanda onurumuzu ortaya koyduğumuzu hatırlayarak.
 
Öfkenin bunca kızıllaştığı, insani değerlerin toprak altına gömüldüğü, sevincin unutulduğu bir zamanda ve coğrafyada yaşıyor olmaktır belki buna sebep. Ya da isegoria (eşit konuşma hakkı)nın gasp edilmiş olmasından bu kalabalık cümlelerimiz. Bilmiyorum. Karşıt yaratmakla ve ona en ağır sözleri etmekle o kadar meşgulüz ki, kendimize ait ve kendimizi anlatan hiçbir söz söylemediğimizin farkına varmıyoruz. Dile gelen ben olmalıyken, yarattığım ötekinin diliyle konuşuyorum, sırf konuşmuş olmak için. Ve ötekinin ötekisi olan ben sus pus olup çekiliyor bir köşeye, yazıdan siliniyor, sözden düşüyor, varlığı unutuluyor.
 
Kapı metaforu birçok şey için kullanılır; başlangıç, bitiş, aydınlık, giriş, özgürlük vs. Ama Antik Yunan’da en çok konuşma için kullanılırmış; “Öyle çok dil var ki kapıları kolayca açılıp kapanan.” (Theognis-MÖ VI) Belki de doğru söylüyordur, bu kadar kolay açılıp kapanmamalı dilimizin kapısı. Çünkü tekrar hatırlayalım:
 
Söz onurdur, onurumuzu çiğnetmeyeceğiz!