Sosyalistlerin teolojik konular üzerine yaptığı felsefe genelde oldukça takdire şayandır. Bir cenah vardır ki, dik durup korkmaksızın “inanç” konusuna mesafeli olduğunu açıkça söyler ve dinsel kimliğini tanımlarken de “agnostik/ateist” demekten geri durmaz. Ancak bir başka cenah daha vardır ki onlar “inançlı” olduklarını belirtirler. Bu inançlı kitlenin elemanları da “inançlı olduklarını ispat etme kaygısı güdenler” ve “gütmeyenler” olmak üzere ikiye ayrılırlar. Kaygı güdenler hele bir de düzen partileri içinde iseler inançlarını (ya da rüştlerini) ispat etmek amacıyla televizyonlarda boy gösterip, manevi dünyalarını önümüze sermek eğilimindedirler. Çok seküler bir konu konuşulurken sevindikleri bir şey olduğunda “neyse ki” demeyi tercih ederken; daha itikadi bir sohbet esnasında ise aynı mefhumu “Allah’a şükür” biçiminde kullanmayı yeğlerler. Ya da buna paralel olarak dini bayramlarımızdan olan “Ramazan Bayramı” hasbihalin gidişatına göre “Şeker Bayramı” olarak zuhur eder.

 

Bu arkadaşların meylini asla küçümsemiyorum. Doğal buluyorum ve kesinlikle alay etmiyorum. Çünkü onların bu manevralarının altında yatan çok rasyonel ve pragmatist bir gerekçe var. Anımsayacağınız üzere, “düzen partileri”ne mensup olanlardan dem vurdum. Artık “gerekçeleri neymiş a deli kız?” dememelisiniz bana. Zira çok açık: Oy kaygısı. Ne yapsınlar yani?

 

Seçimlere bir-iki adım kala Cuma namazına gitmekten kaçınıp, halkın gözüne mi batsınlar?

 

Ya da azıcık rahatlayayım diye ulu orta iki tek mi atsınlar?

 

Onlar da rutine uyacaklar elbette. Sonuç itibariyle tam kendilerinden bekleneni yapıyorlar ve tarafımdan hiç tuhaf karşılanmıyorlar. O değil de, yine de yanlış olan bir şey var. Nasıl oluyor da bu samimiyetsizliklerinden kopamıyorlar? Allah feraset versin. Ne diyelim?

 

İnançlı olup “bunu ispat etmek kaygısı gütmeyen” bir kimse olarak, bahsetmem lazım gelen önemli bir husus var. Evet, tam olarak inançlı olduğumu söyledim. Evet, tam olarak bunu ispat etmem gerekmiyor. Ama niye konuyu kendime getirdiğimi hemen izah edeyim. Azıcık dert yanayım, sitem edeyim, zehrimi akıtayım da yüreğim yıkansın! İdeolojik duruşum az çok malumunuz. Ben kalbi solda olan bir insanım. (Bu lafın üzerine de “kimin kalbi sağda ki” geyiği amma iyi giderdi) Ergenlik dönemi itibariyle bir memleket meselesi çok takıldı kafama: Kürt sorunu. Tabii ki mesele beni ruhen derinden etkilediği için “tebdil-i mekan”ıma da girdi: yani dualarıma.

 

Aylar ve yıllar var ki “Allah’ım n’olur bu mesele çözülsün. N’olur kimse ölmesin. N’olur kan dökülmesin” dedim. İstisnasız her gece! Hep aynı sabır ve ferasetle! Söylediklerim hiç değişmedi. Günler, haftalar, aylar, mevsimler birbirini kovaladı. Aradan geçen zamanda yüreğim büyüdü, gökyüzüne açılmış ellerim büyüdü; ama umutlarım küçüldü. Bir vakit oldu ki artık eyvahlar olsun dedim. Uğursuz muyum ne? Ne şiddetin bittiği var, ne kanın, ne irinin. Azalacağına artıyor cansız bedenlerin nüfusu. Biteceğine başlıyor ümitsizlik, çaresizlik. Ben de kırgınım, hal böyle olunca. Yok, Yaratıcı’ya değil de;

 

-önce kendime; kimse bana böyle bir şey vaat etmediği halde durduk yere beklenti içine girdim diye

 

-sonra kendime; el açıp dua etmekten gayrı, fiili herhangi bir şey yapamadım diye

 

-en sonunda tüm iyi insanlara; temennilerimizi, niyazlarımızı ortak noktada buluşturup sinerji yaratamadık, barışçıl voltran oluşturamadık diye.

 

Öyle bir halet-i ruhiyedeyim ki “bir şeyi kırk kere söylersen olur” diyenler bana uzak, Mısır’a sultan olsunlar.

 

Ve ben yine de vazgeçmeyeyim uyku öncesi-barışçıl söylemlerimden. Kim bilir belki duyar sesimi O. Kim bilir “ütopya” dediğim şey gerçek olur. Ve Thomas More değil ama ben mutlu olurum. Ve peşim sıra yetmiş beş milyon. Yora yora Allah vere.