Şimdi ben bir öykü yazsam mı?

Şimdi ben bir öykü yazsam, bir küçük, şirin, yeşil, yoksul, ırmaklarıyla, dereleriyle, salınıp duran kadim çınarlarıyla, kederli yüzlerinde umut tomurcuklarıyla yaşayan insanların olduğu bir ilçede bir takım güçler “sokağa çıkma yasağı” ilan etse, gece boyunca insanlar evlerinde mi, sokaklarında mı ölmeye karar veremeseler, korkunun açtığı yara büyüse, büyüse korku kalmasa, gençler bildikleri, gibi ölmemek için direnseler, hem gece boyunca direnseler, silahlar susmasa, sabah olmasa, sabah olamasa, sabah olurken toprağa, yaprağa çiğ düşmekten utansa, sokak araları kızıl gelincik tarlalarına dönse, cansız insan bedenleri oraya buraya saçılsa, o da yetmedi zar zor sabah oluverdiğinde, gün ışımak zorunda kaldığında, sağ olarak alıkonulmuş, o ilçenin iki gencinin birbirlerine bağlanarak etraflarına, bedenlerine bombalar bağlanıp patlatıldığı anlaşılsa, evet bu anlaşılsa, bu iki gencin bedenlerinden kopan et parçalarının o yeşil yapraklı ağaç dallarından insanlığın utanç sarkaçları gibi sallandığı görülse, sonra herkesler, orada burada toplaşan herkesler, bakıp görmeseler, duyup anlamasalar, bilip idrak edemeseler bunu, sonra yine gece olsa, sonra yine başka gençler, başka sokaklar, başka evler, evler, o evler ki yalnızlığımızın sığınağı evler, teker teker basılsa, aniden, vakitsiz, bağırtılar, cayırtılar, inlemeler içinde, insanlar yerlere yatırılsa, annelerin gözleri önünde çocukların, çocukların gözleri önünde annelerin başlarına silah dayasalar, korkuyla, kinle, bağırsalar, durmadan bağırsalar, çıkıp gitseler, hiç gitmeseler, kalsalar, yaramızın içine öylece kirli, kara postallarıyla, ağızlarının kenarında ısırık artıklarıyla otursalar, sonra yine ama yine utana sıkıla sabah olsa, güneş doğsa, doğmak zorunda kalsa, sonra yine balkonlardan, sokak aralarından, bu amansız tarihin çatlaklarından, oradan buradan cesetler toplansa, genç, çocuk, yaşlı cesetleri, sonra sonra o cesetler uğurlanırken, sonra o cesetler uğurlanırken daha başkaları diğerleri öldürülse, bir ölüm iklimine hapsolunsa, kirin pasın, gazın, dumanın, copun, coplayanın arasında, alınıp götürülenlerin sabahlara kadar yırtınan çığlıklarında bir ölüm iklimi egemen olsa, insanlık kendini çaresiz, yalnız, yapyalnız, dahası umutsuz, kırığın, yılgın, ölgün duysa, ağaçlar salınsa, ölü kuşlar dökülse gökten, gökler ağlasa…

Şimdi ben bir öykü yazsam, tüm bunları öykünün olanaklarıyla anlatmaya kalksam çok absürt, sert, edebiyat dışı mı görülür? Bunları öyküde okuyunca “aman canım bu kadar da olmaz ki” mi denilir? “Nasıl anlattığına bağlı” diyerek sakın bilgiçlik taslamaya kalkmayın. Bu gerçekliği nasıl eğip bükeceksin? Nasıl? Nasıl o çınar dallarında sarkan insan parçalarını “estetize” edeceksin? Sanki bunlar yaşanmıyormuş, aylardır her gün sanki bütün bunlar ve daha daha fazlası olmuyormuş gibi mi davranacağız? Demem o ki bu kirli savaş karşısında edebiyatın, edebiyatçının işi zor. Hem de tahmin ettiğimizden daha zor.

Yalnızca edebiyatın işi zor demek için etmedim bu kadar kelamı. İnsanlığın işi zor.

Tek umut son günlerde daha fazla yükselen barış çığlıkları. Tek umut barış isteklerinin daha gür çıkmaya başlaması. Birken on olması. Başka da bu kirli savaşı durduracak güç yok.

Bu kan ve gözyaşı içinde edebiyat da yok olacaktır, müzik, resim, tiyatro da. Çünkü savaş hayal kurdurmaz. Çünkü savaş, hayalleri yıkar. Hayalin olmadığı yerde edebiyat, sanat olmaz. Hayallerin yıkıldığı yerde insanlık kalmaz. Çünkü Che’nin dediği gibi “insan hayalden yaratılmıştır”.

Şimdi ben bir öykü yazsam, yazamam ki.