Şevket abim, canım abim. Benden önce ölürsen, mezarının başına gelip sol yumruğumu havaya kaldırıp “Tek yol devrim” diye bağıracağım demişti bir gün. İçkiliydi. Çekmişti yine kafayı. Aman abi, dedim, aramızda 20 yaş fark var, hem ben daha çok gencim niye öldürüyorsun beni! Adam mı bulamadın benden başka!

Nasılda gülmüştü canım abim. Aramızda bir hayli yaş farkı vardı fakat kafa dengi biriydi. Ben çok fazla içmezdim ama haftada bir ya da iki gün beni mutlak bulur Hacettepe’de yıkık dökük gecekonduların en tenha yerlerinde saatlerce demlenirdik. Daha doğrusu o demlenir ben dinlerdim.

1980 öncesi siyasi faaliyetlerinden dolayı üniversiteden atılmıştı Şevket abim. Bu yüzden şimdilerde Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından yıkılarak yerine lokanta ve konak evleri yapılan Hacettepe’nin eski püskü gecekondularının bahçe ve aralarından hiç ayrılmazdı. Kendine göre bir çevre edinmişti Şevket abim. Para versen almazdı lakin Şarap alana hayır demezdi!

1990’lı yılların ortalarına doğru tanımıştım Şevket abimi. Akşamın bir yarısı yırtık ve yamalı ceketinin bir cebine şarabını saklamış demleniyordu. Bana bir tane şarap alsana demişti. Gidip bakkaldan 2 tane şarap almış birini ona vermiş diğerini kendim içmiştim. Benim için bir sebebi yoktu bunun. O yıllarda polis yaşadığımız mahalleye sürekli baskınlar yapıyor, rahat vermiyordu. Bu yüzden beklide bir değişiklik olsun diye Şevket abimle demlenmeyi tercih etmiştim.

İnsanların, dedi ilk sohbetinde, insanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir. Tam tersine insanların bilincini belirleyen şey içerisinde ulunmuş oldukları toplumsal varlıklardır. Bu bilinçlenme sayesinde bizler olay ve olguları anlayabilir ve ona göre bilincimizi şekillendirebiliriz.

Yirmili yaşlardaydım. Felsefeye aşinaydım ama birazda işin dalgasındaydım! Eyvallah abi, dedim, çok güzel konuştun. Ben içmem ama yarın ki şaraplarda benden! Gülmüştü Şevket abim, sen şarap al, ben sana daha çok güzel cümleler kurarım demişti.

Muhalifti Şevket abim. Sanattan siyasete, edebiyattan sinemaya her konudan konuşurdu. Ruhi Su, dedi yine bir sohbetinde, bu toprağın gür sesi. Birçokları için o’nun o tok sesi kulağa hoş gelmeyebilir belki ama kendimi en çok o’nun türkülerinde dinlendiriyorum! Sen hiç Karacaoğlan türkülerini Ruhi Su’dan dinledin mi, dedi. Ve devam etti: Örneğin; Ben meylimi üç güzele düşürdüm, biri Şemsi biri Kamer ille Elif, türküsünü Ruhi Su’dan dinledin mi? Hadi yarın sen bana şarap al bende sana Ruhi Su’nun kasetini vereyim dedi.

Şiir deyince birçokları Nazım Hikmet der ama ben Enver Gökçe diyorum, dedi bir başka sohbetinde. Hasan Hüseyin’i de unutmamak lazım. Bak, dedi, Enver Gökçe’nin şu şiirinde ki sözlere bak: Bugün görüş günümüz, dost kardeş bir arada, telden tele, mendil salla el salla, merhaba. İzin olsun hapishane içinde, seni, senden sormalara doyamam, yarım döner cigaranın ateşi, gitme dayanamam.

Hasan Hüseyin Gürünlüdür, dedi. O’nun, acı çekmek özgürlükse, özgürdük ikimiz de şiiri benim için çok anlamlıdır dedi. Gözleri uzaklara daldı Şevket abimin. Şarabından bir fırt çekti ve dizeleri usulca okumaya başladı: Acı çekmek özgürlükse, özgürdük ikimiz de. O yuvasız çalıkuşu, bense kafeste kanarya. O dolaşmış daldan dala, savurmuş yüreğini, ben bölmüşüm yüreğimi başkaldıran dizelere.

Bir başka sohbetinde kadın şairlerimizden Gülten Akın’dan bahsetti. Bence çok büyük bir Ozan’dır o, dedi. Ankara’yı en iyi o anlatmıştır dizlerinde, dedi ve Seyran Destanı’ndan dizeler okumaya başladı: Kurtuluştan önce sardırın yokuşa, bir yanınız Bülbülderesi, altınız Bağlar caddesi, sürün dizleriniz iyice kesilsin, aman dediğiniz yerde düze vardınız, sağda sıra sıra apartmanlar, solda İncesu’yla Esat arası, derede tepede kondularımız, Çorum’dan, Sivas’dan, Kastamonu’dan, Yozgat’tan, Ankara dolaylarından, öteki kentlerden köylerden, bir bir, geldik, geldik Seyran’ı kurduk.

Kuşkusuz o yıllarda edebiyata, müziğe, sinemaya bende ilgi duyuyordum ama Şevket abim canlı bir kütüphane gibiydi benim için. Birkaç kez neden üniversiteden atıldığını ve neden sürekli içki içtiğini sormak istedim. Bozuldu buna. Senle bir daha böylesine muhabbetler yapmam ona göre der gibi bakmıştı. Oysa öğrenmiştim çevresinden. Karadenizliydi Şevket abim. Ankara’da Kurtuluş’ta bir yerlerde oturuyordu. 12 Eylül yıllarında cezaevlerinde yatmış. Çok büyük işkenceler görmüş. Çıktıktan sonra bir türlü adapte olamamış hayata. Evlenmiş. Boşanmış. Karısı iki çocuğunu alıp kayıplara karışmış. En çokta bu koymuş Şevket abime. Konuşacak ne var diyordu bunları sorduğumda. Paran varsa bir şişe şarap al!

Bir akşam Hacettepe’de kuytu bir köşede henüz şaraba başlamadan yakalamıştım Şevket abimi. Abi şu ceketi at sırtından al bunu giy demiştim. Siyah kumaş bir ceket vermiştim o’na. Sonra pantolonları ve gömleği çıkarmıştım naylon poşetten. Önceleri kızacağını sanmıştım ama çok hoşuna gitmişti. Orada ki kahvelerden birine gidip üstünü başını değiştirip gelmişti. Abi, bugün burada içmeyeceğiz Sakarya’ya gidip Grup Çığ’ı dinleyeceğiz demiştim. Mustafa Özarslan ve Oğuz Aksaç’ın kurduğu Grup Çığ henüz yeni kurulmuştu. Sakarya’da Adres Bar diye bir yerde çıkıyorlardı. Türkiye 12 Eylül faşizmiyle birlikte sadece solun değil türkülerin de susturulduğu bir dönemden yeni çıkıyordu. Arif Sağ, Musa Eroğlu, Yavuz Top ve Sivas’ta katledilen Muhlis Akarsu’nun çıkardıkları “Muhabbet” serileri türkülere yeniden bir hayat vermişti. Hemşerimdi Mustafa Özarslan. Türkülerin aslını bozmadan işin içine doğaçlamayı da katarak çok güzel işler yapıyordu. O gün Şevket abimi başka arkadaşlarla da tanıştırmıştım. Saatlerce halay çekmiştik Adres Bar’da. Ara sıra gelelim buraya demişti Şevket abim. Bu çocukların sesleri çok özel.

Uzun süre kaybetmiştim Şevket abimi. 2007 tarihinde Evrensel Gazetesinde günlük mizah yazıları yazarken tesadüfen beni görmüş telefonla bir şekilde ulaşmıştı bana. Sabahları ilk işim seni okumak oluyor diyordu telefonda. Ankara’yı terk etmişti. Memlekete döndüm demişti. Artık eskisi kadar da içmiyorum. Yaklaşık 6 ay hastanede yattım dedi. Çocuklarıma kavuştum lakin karım evlenmiş dedi. İş tutamıyorum, bir yerde çalışacak gücüm yok fakat sağolsun kardeşlerim bana destek çıkıyor demişti.

Çok sık olmasa da o görüşmeden sonra birkaç kez daha görüşmüştük Şevket abimle. 04 Kasım 2015 günü şair Gülten Akın’ın öldüğünü geçiyordu haber kaynakları. Oysa benim edebiyatla ilgili yaptığım her söyleşi ve röportajda bir şekilde ismini andığım bir kişilikti. Hatta “Oğluma öldüğümü söylemeyin” isimli yeni kitabımda yine ismini anmış, o’nun “Tuzluçayır’ı ve Natoyolu’nu” anlatan o güzel şiirine yer vermiştim: Sivas'ın, Yozgat'ın, Çorum'un, Amasya'nın, Artvin'in, Gümüşhane'nin ve birçok Anadolu şehrinin kendi topraklarından kopup çocuklarına güzel bir gelecek kurmak için kavgada buluştukları bir yerdir Tuzluçayır. Şair Gülten Akın'ın Seyran Destanı isimli kitabında “Tuzluçayırdan bir yanı kente bir yanı dağa / Yol gider asfalttır, Natoyolu / Ankara’nın ağaları beyleri / Oradan sürerler arabalarını” dizeleri ile ölümsüzleştirdiği bir tarih sayfasıdır.

6 Kasım 2015 Cuma günü, Karşıyaka mezarlığına o büyük şair Gülten Akın’ı son yolculuğuna uğurlamaya giderken aklıma düştü Şevket abim. O’nun Gülten Akın ile ilgili söyledikleri geldi aklıma. Çevirdim telefonu, uzun süre kimse açmadı. Son bir kez daha denedim dolmuştan inerken. Kardeşi açtı. Abim, dedi, çok oldu öleli. O gün bu toprağın yetiştirdiği en güzel Ozanlarından birini şair Gülten Akın’ı toprağa vermiştik. Benim için ölümsüz bir şairdi Gülten Akın ve yeni kitabımda ismini anmakta ayrı bir gururdu. Şevket abimin öldüğünü ise o gün öğrenmiştim. Güle güle 1990’lı yıllarımın en delikanlı abisi. Güle güle Şevket abim, canım abim. Yattığın yer incitmesin.