Partiler adaylarını açıkladı, herkes islim üzerinde, ortalık toz duman. Yorumlar, tahminler, eleştiriler gırla. Herkes aday çiğnerken sakız çiğnemekle uğraşmak kimilerine tuhaf gelebilir. Öyle ya; kendini bilen, günceli izleyen bir köşeyazarı, partilerin aday listeleri üzerine ahkâm kesmeli bugün. Ama izninizle ben bu konuda ne düşündüğümü iki cümleyle özetleyip çok daha önemli bulduğum, Sümeyye Erdoğan’ın tiyatroda sakız çiğnemesi meselesine değinmek istiyorum.

Partiler ve adaylar konusunda söyleyebileceğim şundan ibaret. Birincisi: Sistem ve siyasetin doğası, bu arenada boy gösteren bütün partileri yöntem, araç, siyasi etik açısından birbirine benzetiyor. İkincisi: Bütün adaylar, halkın ve partililerin değil, liderlerin veya parti içi güç odaklarının adayları. 12 Eylül hatırası seçim ve siyasi partiler yasaları yürürlükte kaldıkça da böyle olacak. Bir de tabii yüzde 10 barajı kalkmadan yapılacak hiçbir seçim, yasal sayılsa da meşru sayılamayacak


Sakız meselesinin ruhuyla ilgili bir anı

Sümeyye Erdoğan’ın oyun sırasında tiyatronun ön sırasında sakız çiğnemesine oyundaki aktörlerden birinin -anlatıldığı kadarıyla oyunu keserek-  verdiği tepki de; genç kızımızın bu tepkiye tepkisini facebook’ta paylaşırken kullandığı üslup da bana göre çok sorunlu. Ama asıl sorun o aktörün ve Sümeyye Erdoğan’ın tavırlarında, üsluplarında değil. O kadar basit olsaydı üzerine yazı yazmaya değmezdi; olsa olsa sakız çiğnemenin ve çiğnerken balon üflemenin raconu üzerine matrak bir yazı yazılabilirdi.

Sorunun nerede olduğunu başımdan geçmiş bir örnekle aktarmak istiyorum. Dört-beş yıl önce, İzmir’de EÇEV’in (Ege Çağdaş Eğitim Vakfı) davetiyle, yazar sıfatıyla bir okuma gününe katılmıştım. Son derece faal, akıllı, eğitimli, özverili çağdaş kadınların öncülük ettiği, binlerce çocuğa burs sağlayan, güçlü bir vakıf EÇEV. Çok güzel bir toplantı düzenlemişlerdi, romanlarımın çoğunu okumuşlardı, güzel sorular soruyorlardı. Toplantının bir anında, şimdi soruyu hatırlamıyorum, örtünme konusu gündeme geldi. Ben de bu konudaki fikrimi: örtünmeyi veya açılmayı kadının kişisel bir tercihi ve özgürlüğü olarak gördüğümü, asıl meselenin kafaların içinin açıklığı olduğunu ve bazı örtülü arkadaşlarımın başı açık çok kadından daha donanımlı ve özgürlükçü olduklarını söyledim. Masalardan birinde oturan iki hanımdan orta yaşlarda olanı söz aldı, aynen şöyle dedi: “Biz sizi, sizin yazdıklarınızı çok seviyoruz, romanlarınızı severek okuyoruz; ama bunları (örtülü kadınları demek istiyor) tiyatroda, operada görünce fenalık geçiriyoruz, salona girmeden geri dönüyoruz.”

Hani bazen başkaları adına utanırsınız ya; o anda bu sözleri duymaktan ve açık kafamdan utandım, saçlarımın dibine kadar kızardım, kendimi çok fena hissettim. Böyle bir ayrımcılık, böyle bir ötekileştirme, küçümseme, nefret, neredeyse tiksinme...Üstelik bunu dile getiren hanım benim yazdıklarımı seviyor (ki bütün romanlarımın ana teması insanın insana ulaşma çabası, ötekini anlamak, ayrımcılığa, şiddete karşı olmaktır); mütevazi görünümlü, hoş, belli ki okumuş yazmış bir insan. Yanında oturan daha genç kadın o sırada konuşmadı ama toplantının sonunda kitap imzalatmak üzere geldiğinde kitabı hırsla masaya vurdu “Bu toplantıyla geldiğime pişmanım, artık sizi okumayacağım” dedi ve çekti gitti.

Sümeyye Erdoğan’ın facebook’ta  paylaştığı öfkeli tepkisini okuyunca bu olayı hatırladım. Kendilerini bu ülkenin gerçek sahipleri ve egemenleri olarak gören, kendi yaşam biçimleri ve değerleri dışında değer tanımayan Cumhuriyet elitlerinin bu ayrımcı, seçkinci, mutlakçı, halkı vesayet altında tutulması gereken ikinci sınıf yurttaşlar kabul eden ruh hallerinin, toplumumuzda ne büyük bir yarılma, nasıl bir travma yarattığını bir kez daha kavradım. Siz toplumun bir kesimini, bazı insanları birlikte aynı mekânda bile bulunamayacağınız yaratıklar olarak görürseniz; sadece kendi ayrıcalığınız sandığınız mekânları, imkânları, yaşam biçimi ve kültürel zenginlikleri “onlar”a çok görürsünüz, paylaşmaya bile tahammül edemezseniz. Paylaştıklarını gördüğünüzde “baygınlık geçirirsiniz”. 


Hassasiyet ve Sakız

Kendini mağdur edilmiş hisseden kişi veya topluluk, mağduriyetinin sembolü saydığı konuda son derece hassastır. Bu  sembol bazen işin özünü yansıtmayan, hatta önemsiz bir konu bile olabilir. Ancak bu, sembolün gücünü azaltmaz. Tiyatroda sakız çiğnemeye aktörün oyun sırasında verdiği tepki ve bu tepkiye verilen cevap, olayın iki tarafı açısından da  kültürel-ideolojik kamplaşmanın sembolü haline getirilmiş başörtüsü etrafında örülüyor. Belli ki, tepki veren aktör, tiyatroda operada “bunları” gördüğünde fenalık geçirenlerden. Aslında seyirci başörtülü olmasa muhtemelen gözü hiç oraya kaymayacak, sakız çiğnediğini de -eğer balon yapıp patlatmadıysa, ki bu kadarını sanmıyorum- fark etmeyecek; fark etse de, “şu gençler tiyatro adabından habersiz” diye içinden geçirmekle yetinecekti. Bir oyuncu olarak haklı rahatsızlığını bastırmak için de bir daha o tarafa bakmayacaktı. 

İzleyici konumundaki genç kızımız da, eğer örtülü olmasaydı muhtemelen aktörün ilk sakız uyarısında sakızını çiğnemeye son verecek, bu kadar öfkelenmeyecekti. Yine, “Başbakan’ın örtülü kızı” olmasaydı, oyundaki toklar ve açlar söylemini (ya da dokundurmasını) üstüne almayacak, hatta katılacaktı.

Buradaki sorunun sakız çiğnemekten değil, oyuncuya saygı veya adap bilmemekten değil, ötekileştirme ve kendini ötekileştirilmiş hissetme algısından kaynaklandığını sanıyorum. Kendini mağdur hisseden “öteki”nin iktidara geçtiğinde bile içinden kolay kolay atamadığı derin bir hassasiyeti vardır. Ki bu hassasiyet kendini öfkeli, kimi zaman da saldırgan tepkilerle dışa vurur. Ta ki mağdur psikolojisinden büsbütün kurtulana dek.

Sümeyye Erdoğan’ın ötekileştirilme karşısındaki duygularına, hassasiyetine hak verirken, “Başbakan’ın kızı” üslubunu ve psikolojisini eleştirmekten de kendimi alamıyorum. Bu genç kızımıza toplum içinde cak cak sakız çiğnemenin hiç de hoş olmadığını, hele de insanlarla yüz yüze, göz göze temas sağlayan durumlarda bunun yakışıksız olduğunu, laubalilik sayılacağını anası babası öğretmemiş demek ki. “Yurt dışında hep böyle olur bu işler, biraz dünya görün” türünden bir saldırı-savunma ise sadece komik. Gençlerin kendilerinden geçtikleri bir rock konserinde veya benzeri çağdaş ayinlerde, bırakın çiklet çiğnemeyi, içkiler gırla gider, -sözüm meclisten dışarı- işeyenler bile olur. Öğrenci kampuslarındaki etkinliklerde da ayrı bir hava vardır, birçok şey hoşgörülür. Ama yurt dışında olsun, yurt içinde olsun sanatsal etkinliklerde -eseri beğenmemekten doğan egzantrik ve sert bir eleştiri anlamında yapılmamışsa- benzer davranışların hoş karşılandığını hiç görmedim. Konferanslarda, sempozyumlarda falan da öyle... 

Bir konuşma sırasında, en önde oturan bir dinleyiciyi hatırlıyorum mesela; sürekli burnunu karıştırıyordu ve gözüm istemeden ona takılıyor, konuşmam güçleşiyordu. Sonunda o tarafa hiç bakmayarak bitirebildim konuşmamı. Bazen de en ön sırada bacaklarını iki yana açmış, şöyle erkek erkek kösteklenen biri oturur, hadi konuş bakalım da duyalım tavrıyla. İnsanın gözü ilişir, tedirgin olur ister istemez. Çaresi, toplumsal saygı dersinin orada verilmesinin yersiz olduğunu bilerek işinize devam etmenizdir.

Ekranlardan, gazetelerden, internet sitelerinden adaylar konusunda yorum fışkırırken sakız çiğneme üzerine yazmamın nedeni; yaşanan olayın sakızın çok ötesinde, derin toplumsal yarılmamızın dışa vurumu olduğunu anlatabilmek içindi. Bir de, örtülü-örtüsüz, laik- İslamcı, Türk- Kürt -Rum -Ermeni, Alevi - Sünni- Hıristiyan- Süryani ve daha nicesi; kimsenin kimseyi öteki saymadığı, kendinden aşağı görmediği, aşağılayarak “bunlar” demediği özgür ve sağlıklı bir topluma kavuşana kadar daha çok sakız çiğneme olayı yaşayacağımızı hatırlatmak içindi.