BİR gemi batıyor olmalı. Yoksa önce kadınlar ve çocuklar atlıyor olmazdı ölüme...

Karanlık bir stüdyoya sokuyorlar sizi. Yuvarlak, kırmızı bir platformun üzerinde duran kırmızı bir koltuğa oturuyorsunuz. Bütün ışıklar kapanıyor, sadece yüzünüze bir ışık yanıyor. Sonra sorular karanlıktan gelmeye başlıyor... Muhsin Kızılkaya ve Abidin Pırıltı'nın hazırladığı, TRT Haber'de yayınlanan "Memleket İsterim" programının çekilme aşaması böyle; biraz gergin. Bir de sorular fena halde... Nasıl desem? Vurgun yedirten cinsten.

NASIL MEMLEKET İSTERİM?

Program, aydınların gözünden bir sözlü tarih arşivi oluşturmayı hedefliyor. Senin kendi hayatın ile ülkenin hayatının kesiştiği, kesişmediği noktalar üzerinden Türkiye ye, Türkiye içindeki kendine ve nihayet senin içindeki Türkiye ye bakıyorsun. Ve bu kulağa geldiği kadar kolay değil. Bu ülkenin en büyük günahı nedir mesela? Bu ülkeden aldığın ilk yara? Bu ülkede hangi toplumsal kesimin bir parçası olarak yaşadın ve o kesimden geliyor olmak senin neyini eksiltti? 80 Darbesi'nin sende bıraktığı iz nedir?

Muhsin karanlıkta oturup böyle sorular soruyor. Birde insanın şahsi tarihini müthiş bir biçimde araştırdığı için o tarihe ilişkin de insanı diken üzerinde tutan sorular soruyor. Böyle bir çekimdi velhasıl. Bir ara durdurup "Arkadaş amma sorular bunlar? Bunlara öyle hemen cevap veremez ki insan. Birkaç gün düşünmek isterim!" bile dedim. Ama esas olarak anlatacağım şey çekimin sonuyla ilgili. Ülkeyle ilgili yaralarınızın katına inmişsiniz düşüne düşüne, kendi hayatına da epeydir bakmadığın gibi bakmışsın... Biraz kırılgansın yani. Yani galiba öyle. Birden sordu Muhsin:

"Peki senin bu memleket için hayalin nedir? Ne olsa düzelir derdin?"

Hooop! Aklıma gelen cümle yüzünden gözlerim doldu, sesim tıkandı, konuşamadım... Durduk yani. Durdurdum. Gözkapaklarının gözyaşını içine çeken bir mekanizması var. Bir süre bekledikten sonra cevapladım soruyu:

"Çocuklarını seven bir ülke... Bu kadar iğdiş etmeyen... Belki o zaman... "

ÇOCUKLAR ÖLMEZ Kİ!

Günlerdir bütün gündemin içinde bir tek şu Kayseri deki üç çocuğun yüzü gözümün önünden gitmiyor. Üçünün bir kadraja sığışmış gülen yüzleri, kara gözleri... Ölüm diye bir şeyin olmadığı bir yerden bakıyorlarmış gibi sanki bize o fotoğraftan. Ama yoklar. Adamın teki öldürmüş, üzerine gidip bir de Yasin okumuş. Allah affeder mi? Ben affetmem.

Dün de şöyle bir haber vardı:

Dokuz yaşındaki Fırat, üvey annesi tarafından öldürülüp, parçalara bölünüp, pusetle taşınıp çöpe atılmış. Zaten babası da üvey annesiyle bir olup onu çok dövüyormuş. (Demek birileri biliyordu bunu ve engel olmadı. Çocuk kendilerinin değil ya, çocuk denen insanoğlu birilerine ait ve tamamen onların tasarrufunda ya, zaten onlar da kendi çocuklarını -tabii ki daha makul düzeyde- dövüyor ya, o yüzden olmalı.)

Ergenlik dönemi duygu bozukluğu tedavisi gören Göknur'u babası "Kaçmasın" diye odaya kilitlemiş. Kız da arkadaşıyla birlikte yedinci kadın balkonundan aşağı kata inmeye çalışırken düşüp hayatını yitirmiş.

Kayseri deki çocukların katilini bulan ekip için kayıp çocukların anneleri sıraya girmiş.

"Bizim çocuklarımızı da bulun" diyorlar. Ekibe şimdiden "süper polis" adı takıldı. Ve süper polis herkese nasip olmuyor demek ki. Öyle işte, şansına.

RUH SAĞLIĞI İHALESİ!

Çocuklara tecavüz eden herkes çocukluğunda tecavüze uğramıştır. Çocuklarını döven herkes çocukluğunda dövülmüştür. Çocuklarına psikolojik şiddet uygulayan bütün anne babalar muhakkak benzer bir çocukluk geçirmiştir. Bu çarkı bir yerde durdurmak mümkün değil mi? Barajlar, nükleer santrallar, dev binalar, otoyollar, metrolar yapılırken bütün bunları kullanacak insanların ruh sağlığı için doğru dürüst hiçbir projenin olmayışı?

Ensestin, çocuk tecavüzlerinin adını ağzına almayınca ortadan yok olacağını zannedenler, hiç değilse kendi çocukları için korkmalılar. Bir toplumun ruh sağlığı tam belinden çatırdadığı için önce kadınlar ve çocukların katledildiğini görmeliler.