Çocukken her 23 Nisan'da okulda ya da televizyonda mutlaka “Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan” dizeli ismini anımsamadığım şiir okunurdu. Zaten bu dize dışındaki kısmını da hiç öğrenemedim.

Resmi bayramlarda kalabalığın önüne çıkıp şiir okumak komik gelirdi bana. Okunan şiirleri çok yapmacık ve ruhsuz bulurdum. Şiir dediğin biraz süslü olmalıydı mesela, kelimeleri okudukça kalbine değmeliydi.

Resmi bayram şiirleri bana bu duyguyu hiç vermedi. Babam köydeki tek öğretmen olarak tabii ki benim ve kardeşimin de öğretmeniydi ve kesinlikle her resmi bayramdaki en uzun şiiri bizim ezberlememiz zorunluydu.

Ezberlerdim ama içinde gerçekte ne yazdığını bilmezdim. Daha o yaşlarda içimden dışarıya bakan şey neyse hep öyle kaldım.

Neyse, bu 23 Nisan şiirinde içime neşe dolup dolmadığını yoklardım. Çocuklar, büyükler hisli hisli bakardı filan. Onların içinin neşe dolduğunu düşünürdüm. Olmuyordu, bir tuhaftım, neşe falan dolmuyordum.. Bunu belli etmemek adına yıllarca bu şiirlerde ben de yalandan hisli gibi göründüm. Aklımdaki şeyse “Büyüyünce istediğim gibi hissedicem, şimdilik idare edeyim. Hem zaten içimden istediğim gibi hissetmemi kimse görmüyor“olurdu.

Taşındığımız köy okullarındaki tek dünyam kitaplıklardı, her yeni köy yeni bir kitaplık demekti.. Ne bulursam okuyordum. Romanlar bitince ansiklopediye geçip madde madde onları okuyordum. O kitaplardan birinde ağaya karşı gelen bir genç adamın ardından köylüler “Ermeni Dölü” diye bahsediyordu. Kitaptaki köylülere ve ağaya çok öfkelenmiştim. O genç adam tüm köyün iyiliği için uğraştıkça ona daha kötü davranıyorlardı. Ve o zaman “Hımm demekki Ermeni iyi bir şey, ama kötü insanlar bunu anlamıyor” diye kazıdım aklıma.

Sonra aradan zaman geçti.. Kitaplar başka başka kapıları açtıkça o kapılardan gördüklerim çoğu zaman kalbimi ağrıttı. Nasıl oluyordu da insanlar bunca kör, bunca sağır ve bunca dilsiz oluyordu? Niye savaşlar vardı mesela? Etrafımda kötülüğü gördükçe sadece insan olmak istediğime karar verdim. Zaten tanrıya da kızgındım. Onca anlamadığım duayı ezberlemiş, her gece yatmadan önce içimden okuyup herkesin mutlu olmasını dilemiştim. Babaanneme göre o her şeyi görür, duyar, çocukların dualarının karşılığını verirdi. Ama ben yıllardır yapmıştım ve bunca kötü şey olurken tanrı sessizce seyrediyordu. Ne biçim tanrıydı? Madem her şeye gücü yetiyorsa şimdi yapsaydı. Zaten cennet kısmında hep tereddütte kalmıştım. Bana neydi, madem gücü var ve burada yapmıyordu, benim tanrım değildi artık. Zaten tanrıya da gerek olmadığına karar vermiştim.

İnsanlar olarak aklımızı başımıza alıp gerekeni birlikte yapmalıydık. Kendi işini kendin görmek en temiziydi. Ama işlerin öyle kolay olmadığını erkenden görünce çok da kocaman hayallerin peşine düşmemek, sessizce yol almak gerekiyordu. Çoğu zaman da yalnız.

YETERİNCE BEYAZ OLMADIĞIMI FARK ETTİM

Ermeni, Kürt, Çerkes, Alevi, Sünni, Musevi, Siyah tenli, Beyaz tenli vs diye ayrılan şeylerin içimi kaldırması 13 yaşımda olmuştu. Afrika'daki kölelerin hayatını ağlayarak okumuştum. Beyaz olmaktan nefret etmiş keşke zenci olsaydım diye iç çekmiştim.. İç çekmeye çok gerek yokmuş. Yeterince beyaz olmadığımı ortaokulda okurken fark etmiştim. Daha beyaz tenli, renkli gözlü kız arkadaşlarım her şeye seçilirken kara kaşlı, kara saçlı ben bir şeye seçilemiyordum. Demek ki beyazın da beyazı vardı. Ben tam beyaz değildim. O zaman beyaz olmaktan utanmama gerek kalmamıştı. Bir hafifleme hissetmiştim.

Yıllar geçip genç bir kadın olunca Ermeni dostlar edindikçe o hafiflik yerini daha da kocaman bir ağırlığa bırakmaya başlamıştı. 1915'de neler olduğunu okumuştum. Okumak, öğrenmek, görmek, bilmek başka, dostlarının acısını kalbinde hissetmek başka bir şeymiş.

O beyaz olmaktan utandığım çocuk halime dönüp var olmaktan utanmıştım. Artık beyazı, siyahı kalmamıştı. İnsan olmak da kalmamıştı. Kocaman bir yara vardı.

Açık, irinli, yer yer kanayan bir yara duruyordu 101 yıl önce açılmış. Soykırımdan geçirilen bir halktan geriye kalanlar acıyordu en derinde.. Sessizce, susarak, gizlenerek çoğu zaman.

Büyük büyük büyük dedelerim de kesin kötü bir şey yapmıştı. Can almıştı belki.. Sadece Ermeni diye kesmişlerdi insanları. Ve ben onların devamıyım eline katran gibi kan yapışmış bir neslin devamı. Eline kan bulaşmış bir kadın. Kocaman utançtan bir halka boynumda. Anmalarda daha ağırlaşıp bir taşa dönen halka. Kırılmayan, tek başıma kırmamın mümkün olmadığı halka.

Anmalar, cenazeler, adliye salonları, taziyeler arasında süre giden hayatımızda bugün de 24 Nisan Ermeni Soykırımı Anması için bir araya geldik dostlarla. Bir avuçtuk.

Haydarpaşa Garı'nda yapılacak ilk anma öncesi Sevag Balıkçı'nın annesi Ani Balıkçı oturdu iki sandalye yanıma. Sevag Balıkçı kim mi? Sevag 24 Nisan 2011 yılında askerde ne tesadüf ki, yanlışlıkla tam da 24 Nisan’da öldürülmüş. Bu kadar kapkara tesadüf bizim coğrafyaya özgüdür. Ermeni Soykırımı'nın yıldönümünde Ermeni bir genç adam “VATANİ” görevini yaparken yanlışlıkla ölüyor.

Ani hanımın yüzünde derin bir acı, ama dimdik başı her şeye rağmen. Tek diyebildiğim “Hoş geldiniz, geçen yıl tanışmıştık” oldu. Yüzündeki derin ifadeye daldım sonra. Yanında oturan sevgili dostum Murad Mıhçı Nuh'u anımsatıp beni gösterdi ona. O an kendime gelip sessizce baktım gözlerinin içine. Bana bakarken gözlerinde gördüğüm derin acı sanki benim aynadaki halimdi. Onun bakışı benim, benimki onundu. Sessizce birbirimizin kalbine değdik bakarken. Acının bağladığı kocaman ailenin nasılda büyüdüğünü düşündüm.

Kabataş'tan gelecek tekne insanlar trafikte kaldığı için gecikti. Sevag'ın annesi o ara hızlıca çıkmış, mezarlıkta Sevag için yapılacak anmaya yetişmek üzere. Bugün bir bisiklet etkinliği varmış mesela. Yollar ondan kapalıymış. İşte tesadüf ya tam da 24 Nisan’da bisiklet etkinliği yapılacağı tutmuş, yollar da kapalı, tam da bugün. Gene tesadüf işte... O hep olan kapkara tesadüf.

Haydarpaşa'daki anma biterken Murad'ı aradı gözüm. Koluna yaslandım “Ne çok öldük Ferdacım, hep biz öldük” dedi. “Evet Murad, çok öldük” dedim gözümde yaşlarla.

Haydarpaşa Garı'nın merdivenleri tadilattan dolayı kapatılmış, bir gün olsun açılsaydı ne olurdu sanki? Garın merdivenlerinde yapılacak anmada mı vatanı bölüyor yoksa?

Gözüm sokaktan tanıdığım dostları aradı, sayılacak kadar azdık Haydapaşa'da. Oysaki sosyal medyadaki profil fotoğrafları hep unutmabeni çiçeği olmuştu. Peki neredeydi bunca unutbenili insan? “Akşam Taksim Tünel'deki anmaya gelecek insanlar herhalde” diye düşündüm.

Kırmızı karanfilleri salıp denize, Kabataş'tan dostları getiren tekneye bindik, hep beraber geçtik Kabataş'a.

Mezarlığa geçti bir grup. Sevag için gitmek istedimse de mezarlıklar kalbime öyle bir bıçak saplıyor ki bugün için takatim kalmazdı gitseydim.



“POLİS VARSA BOMBA YOKTUR ”

İstiklal Caddesi’ne inmeye başladık. Yanımdaki sevgili Emel'e dönüp “Emel bomba geldi aklıma, burada da patlamıştı” dedim. Aynısını düşündüm dedi. Her yerde bomba, ölüm, kıyım, katliam.....

Tüm cadde polis ve toma şeklindeki “YOĞUN” güvenlik önlemleriyle doluydu.

Tünel'e vardığımızdaki önlemlerse artık en yoğun diye tanımlanabilirdi.

Emel'le birbirimize bakıp “Polis varsa bomba yoktur ” dedik. O metal polis barikatlarıyla küçücük bir alan çevrilmişti, barikatın ardına da bir sıra polis dizilmiş. Giren herkes didik didik aranıyordu. Kadın polis gözlük kılıflarımın içine kadar baktı. Yandaki polis çantasını aradığı teyzeye “Sizin güvenliğiniz için” dedi. Teyze de “Ankara'da nerdeydiniz? “ diye sordu. Kadın polis “Ankara'da da oradaydık “diye cevapladı gönülsüzce.

Neyse alana girdik. 10 dakika ya var ya yok başlamasına. Ama o kadar azız ki. Bir avuç.. Yazıyla da, sayıyla da bir avuç işte. Anma saati geldiğince o binlerce unutmabenili profil resmi yapanlar gelmedi oraya. Çocukken tanrıya öfkelendiğim gibi içimden kızmaya, öfkeyle konuşmaya başladım onlarla tam o ara gözüme tanıdığım kadınlar iliştikçe kalbim yumuşadı, içimdeki kızgın ses durdu sonra. Cizre'ye, Sur'a birlikte gittiğim, aylarca barış nöbeti tutup, barış için ses çıkaran kadınları azıcık artan ama hala sayılabilen kalabalığın arasında görmek iyi geldi..

Barış nöbeti için sokağa çıktığımızda “Cizre'de, Sur'da, Nusaybin'de, Silopi'de savaş varken İstanbul'da barış olmaz” diyorduk. 101 yıl önce Ermeni halkının yaşadığı vahşeti 101 yıl sonra Kürt halkı yaşıyor gözümüzün önünde. Ermeni halkıyla barışmadan bu coğrafyanın hiç bir karesinde barış olmaz oysaki.

Yüzleşmeden, yok sayarak, mış gibi yaparak barış olmaz...

O koskocaman büyüyen, dilimize kadar yerleşmiş nefretin kökleri öyle sağlam ki.. Kim bilir kaç dünya yerle bir olsa temizlenir bu toprakların kanı.

Sonra sessizce yaşlar inmeye başladı, ardından hıçkırıklar. Sevgili Sevda, Cizre yoluna beraber düştüklerimden, sımsıkı tuttu elimi. Sessizce yüzüme dokundu, “Ağla, istediğin kadar ağlayabilirsin” dedi, yemyeşil gözlerinde güven duygusunu anımsadım tekrar.. Yaşlar gözümden aktı, aktı, aktı. Sevgilim, hayat arkadaşım Nuhcum oldu damlalar ilkin, Sevag oldu, Hrant oldu gözyaşlarım. O trene bindirilen Ermeniler, o ilk okuduğum “Ermeni dölü” denilen ve hikayenin sonunda ağa tarafından kalleşçe öldürülen genç ve iyi adam oldu. Sonra günlerce buzdolabında bekleyen Cemile oldu, Cizre'de bodrumda yakılan gazeteci Rohat Aktaş oldu... Gözümün önünden fotoğraflar geçti. Sevgili Ece Dinç oldu Suruç'da yitirdiğim. Sonra günlerdir teşhir edilemeyen cenazeler oldu, Ekin Van oldu, bedeni çırılçıplak teşhir edilen, Hacı Birlik oldu panzerin ardında.. Sonra gökten damlalar düşmeye başladı tek tek. Yavaşça... Sona doğru hızlandı. Anma bitip hepimiz ayağa kalkınca daha da hızlandı. Artık kime ve neye canımın yandığını bilmediğim yerde dostlarla sarıldık uzun uzun..

Bugün 24 Nisan. Yıllardır her 24 Nisan’da aklımdaki o ruhsuz 23 Nisan şiirinin dizelerini dönüştürüyorum.

“Bugün 24 Nisan, acı doluyor insan.. keder çokça..

Elimde kan, boynumda halka

Utançtan ölünmüyor oysa”


Evet utançtan da özlemekten olduğu gibi ölünmüyor.