Bugün sizlerle bir fotoğraf paylaşmak istiyorum. Yaralı bir kız çocuğu fotoğrafı. Fotoğrafı ilk gördüğünüz anda içinizin acıdığını ve küçük kız için üzüldüğünüzü tahmin ediyorum.

"Kızın adı Ayşe." Şimdi fotoğrafa tekrar bakın. Bu kez hissettiğiniz üzüntü biraz daha uzun sürdü. Çünkü kızı biraz olsun tanımış oldunuz ve onunla kurduğunuz empati biraz daha arttı.

"Bu kız, benim yeğenim; Ayşe. Bir trafik kazasında yaralandı." Lütfen fotoğrafa tekrar bakın. Bu kez yalnızca Ayşe'yle değil benimle de empati kurdunuz ve sadece Ayşe için değil, yeğeni kazada yaralanan kişi- yani benim için de üzüldünüz.

"Yeğenim Ayşe, geçen hafta bir trafik kazası geçirdi ve kaza sonucu oluşan iç kanama durdurulmadığı için dün sabah hayatını kaybetti." Lütfen fotoğrafa son bir kez daha bakın. Şu an duyduğunuz üzüntünün, daha öncekilerle kıyaslanamayacak kadar büyük olduğuna eminim.

Bu üzüntünün sebebi giderek artan empatiniz, yani kendinizi karşınızdaki insanın yerine koyabilmenizdir.

Sizleri daha fazla üzmek istemiyorum, o nedenle açıklayayım: bu küçük kızı tanımıyorum. Hatta ismini dahi bilmiyorum. Halep'te yaşanan çatışmalarda yaralanan binlerce çocuktan biri sadece.

Yukarıdaki kısa deneyi yapmamış olsaydık; yaralı, küçük kızın fotoğrafına kısaca bakıp geçecektiniz. Evet belki yine üzülecektiniz; ama bunun benzerlerini hatta çok daha ürkütücü olanlarını yüzlerce kez görmüş olduğunuz için, çok fazla etkilenmeyecektiniz.

İşte modern çağın beyinlerimizde yol açtığı en büyük tahribatlardan biri bu. Empati kurma yeteneğimizi giderek yitiriyor olmamız.

Yaklaşık 170 yıl önce keşfedilen fotoğraf; bugün artık o denli yaygınlaştı ve kanıksandı ki; üzerimizde hemen hemen hiçbir etki bırakmıyor. Dahası üretilen tüm diğer medya materyalleri gibi (televizyon programları, filmler, radyo yayınları, dergi ve gazete haberleri) büyük bir hızla tüketilip unutuluyor.

Tüm bu materyalleri o kadar hızlı tüketiyoruz ve ardı arkasına o kadar çok materyalin hücumuna uğruyoruz ki; bunlardan herhangi birinin aklımızda kalma ihtimali hemen hemen hiç yok.

Sorun yalnızca hafta sonu bir günümüzü ayırıp epey de bir para ödeyerek gittiğimiz sinema filmini salondan çıkar çıkmaz unutmamız olsa; bu denli büyük bir endişe içinde olmayacaktım inanın. Ancak aynı o film gibi; gazetede ya da internette gördüğümüz ölü, yaralı, tecavüze-tacize ya da bir haksızlığa uğramış insanları da kolayca unutuyoruz.

Tıpkı dünyanın her köşesinde neredeyse her gün yaşanan kıyımları, felaketleri ve bunlara maruz kalan insanları birkaç dakika içinde unuttuğumuz gibi.

Yukarıda fotoğrafını gördüğümüz küçük kız gibi belki yüzbinlerce çocuk var yeryüzünde. Ölen, yaralanan, tecavüze uğrayan, hastalıklarla ya da açlıkla boğuşan milyonlarca da insan var.

Bir haberin ya da bir fotoğrafın saniyeler içinde tüm dünyaya ulaşabildiği bir çağda biz bu acıları yok etmeye çalışmak yerine, onları unutmayı seçiyoruz. O görüntülerden kaçma imkanımız olmadığı için beynimizin ürettiği çözüm bu; unutmak.

Unutmak, aslında beynin iyileşme mekanizmasıdır. Kişinin yaşadığı büyük acıları, yıkımları sürekli zihninde canlandırarak organizmaya zarar vermesini önlemek için beynin kullandığı bir yöntemdir. Ardı arkasına bu tip rahatsız edici uyarıcılarla karşılaşan beyin; ister istemez onları kalıcı hafızaya kaydetmeden, kendinden uzaklaştırma yolunu seçmekte.

Nörolojik ayrıntılara girmeyeceğim ama sürekli bu şekilde çalışan bir beynin bir süre sonra bunu alışkanlık haline getireceği ve genel bir empati yoksunluğu sendromu yaşayacağını üzülerek söylemeliyim.

Bu nedenle; küçük yaşlardan itibaren bu mekanizmayı otomatikleştirmek zorunda kalan çocuklarımızın, ileride anti-sosyal kişilik bozukluğuna sahip bireyler olacaklarını görmek için psikiyatri uzmanı olmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Bizler dahi bu semptomları göstermeye başladığımıza göre; çocuklarımız ve onların yaşayacakları dünya çok daha büyük bir tehlike altında.

Bunun çözümü ise; tahmin edeceğinizin aksine, kendimizi ve çocuklarımızı teknolojiden ve onun uyaranlarından korumak değil. Bu uyaranlara doğru tepkileri vermek.

Belki binlerce kilometre uzakta açlık çeken bir çocuğa yardımcı olamayabiliriz ama her gün geçtiğimiz sokakta dilenen ya da yiyecek bulmak için çöpleri karıştıran çocuklara yardımcı olabiliriz. Sahipsiz olarak terkedildikleri yurtlarda tecavüze, tacize ve şiddete uğrayan çocukları sahiplenebiliriz. Dahası, bizi yönetenleri bu sorunlara çözüm bulmaları için yönlendirebiliriz.

Tek başımıza yapamayız belki bunu ama sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri, siyasi partiler ve hatta yerel yönetimler bazında örgütlenerek bu sorunları çözmek için mücadele edebiliriz.

Sorunun çözümü, bu yıkıcı uyaranları görür görmez unutmakta ya da çocuklarımızı bu uyaranlardan uzak tutmakta değil. Bu sorunların kaynaklarıyla mücadele etmekte.

Daha da özü; tüm çocukları, yeğenimiz Ayşe olarak görmekte.