Atalarımız! “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” demiş, bizler de kabul eylemişiz. Ne de olsa atalarımızın! “Bir bildiği vardır” diyerekten.
 
“Bin yaşasın” dediğimiz yılanlar! Bin yaşamış. Çoğalmış. Çoğalmış. Dağ – taş yılan dolmuş. Yılanların olmadığı, görünmediği yer kalmamış.
 
“Bana dokunmayan yılan” bir başkasına dokunmuş, ısırmış, boğmuş ama “bana dokunmamış” ya bizim için bir önemi olmamış.
 
İçimizi acıtmamış.
 
Üzmemiş.
 
Ne zaman ki bir başkasına “dokunmayan yılan” gelip bizi ya da bir yakınımızı, çocuğumuzu, eşimizi, babamızı, anamızı sokmuş, işte o zaman canımız yanmış, içimiz acımış, işte o zaman yılanın bin yaşamaması gerektiğini anlamışız.
 
“Bana dokunmayan yılanın” bir gün mutlaka bir başkasının canını yakacağını, bir başkasının yaşamını karartacağını anlamak için başka bir insanın “kendisine dokunmadığı için” bin yaşattığı yılanın bizi ısırması gerekiyormuş.
 
Yılanın “yılan” olduğunu, doğası gereği bir gün mutlaka ısıracağını, canını acıtacağını, öldürebileceğini bildiğimiz halde, sadece “bana dokunmadığı” için yaşamasına izin vermenin yanlışlığını sadece acı duyduğumuzda hatırlayabilecek kadar bencilleşmişiz.
 
Suç bizde mi yoksa bizden önce “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyecek kadar bencilleşen atalarımızda mı? Bilemedim.
 
Bencilliğimiz sadece bu kadar değil.
 
Atalarımız bencil olunca bizler daha ötesine geçebiliyoruz.
 
“Gemisini kurtaran kaptandır” diye emreden atalarımıza koşulsuz uyarak çevremizde batmakta olan, tehlikeli dalgalar içerisinde kurtulmaya çalışan gemilere yardımcı olmayı düşünmeden kendi sakin sularımızda fırtına çıkmamasını düşünerek yol almışız.
 
“Bir elin nesi var, iki elin sesi var” diyen atalarımızı görmezden gelmişiz.
 
“Her koyun kendi bacağından asılır” sözü bize daha anlamlı gelmiş, başka koyunlar kesilip kasabın çengeline asıldığında “nasıl olsa bizin bacağımız asılmadı çengele” diyerek çevirmişiz başımızı, görmezden gelmişiz.
 
Sadece kendimizi düşünmemizi, kendimizi kurtarmamızı, yardımlaşmamamızı, birlik olmamamızı sağlamak için yaratılmış sözlerle büyümüş, işimize de geldiği için uygulamışız.
 
Paylaşsak tüm insanlara yetecek olan dünyayı paylaşamamışız.
 
Sevmemiz gerekenlerden nefret etmiş, elini tutmamız gerekenlerin sırtına basmış, yaşamlarını karartmışız.
 
Bencilliğimiz tavan yapmış.
 
“Bana dokunmayan yılanı” başkalarını sokmak üzere yaşatmışız.
 
“Gemimizi kurtarıp” kaptan olmuş, zor durumdaki gemilere arkamızı dönmüşüz.
 
Bacaklarımızdan asılmadığımız sürece “kendi bacaklarından asılan” koyunlara bakmaya gerek duymamışız, içimiz acımasın diye.
 
“Devlet malı deniz” olmuş, domuz olmamak için çakallaşmışız.
 
“Devlet malı” denilenin aslında kendi malımız, birlikte yaşadığımız herkesin malı olduğunu unutup/umursamayıp, “bu maldan ne kadar fazla alırsak o kadar iyidir” anlayışı ile hırsızlığı sanata dönüştürmüşüz.
 
“Aç olanın halini anlamak” için değil de sadece emredildiği için oruç tutup! İftar vaktini iple çekerek, henüz ezan bitmeden saldırmışız sofradaki çeşitli yemeklere, o anda açların halini, aklımıza getirmeden!
 
İnsanlar aç ise sebebi insanlardır.
 
İnsanlar acı çekiyorsa sebebi insanlardır.
 
İnsanlar öldürülüyorsa, evleri yakılıp yıkılıyorsa, işkence ediliyorlarsa, yerinden yurdundan ediliyorlarsa sebebi insanlardır.
 
Bencil, sadece kendisini düşünen, acımasız, gözünü hırs bürümüş, sadece kazanmak isteyen, dünyayı kendisine aitmiş gibi gören, duyguları körelmiş, insanlıktan çıkmış insanlardır bunca acıların sebebi.
 
Bir de bu tür insanları bilmelerine rağmen, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, “gemisini kurtaran kaptan”, “her koyun kendi bacağından asılır” atasözleriyle kötülüklere karşı hiçbir şey yapmayan insanlar yüzündendir bunca açılar.
 
“Komşusu aç iken tok yatanın canı cehenneme” diyememiş/dememiş, karnımızı tıka basa doyurmuş, mışıl mışıl yatmışız.
 
Basit bir olayda bile “şahit yazmasınlar” diye çevirmişiz başımızı.
 
Yanı başımızda götürmüş, öldürmüşler güzel gülüşlü insanları, biz kulaklarımızı, gözlerimizi, ağzımızı kapatmış, duymamış, görmemiş, bağırmamışız.
 
Canımız yanmadığı sürece canı yananların acılarını anlamamış, göz yaşlarının hüznünü görememiş, duymamış, yaşayamamışız.
 
El ele tutuşup, kol kola girip tüm zorluklara karşı durmayı, imece yaşamayı, birlik ve beraberlik içerisinde olmayı, birlikte gülüp birlikte ağlamayı, acıları da sevinçleri de paylaşabilmeyi unutmuşuz.
 
Biz, insan olduğumuzu unutmuşuz.
 
Hatırlamak için daha ne kadar acı yaşamak lazım?