“Kimse bilerek kötülük yapmaz” diyen Sokrates’e inat bilerek isteyerek yapılan kötülüklere uyanıyoruz her sabah.  Bilerek edilen sözler isteyerek sıkılan kurşunlara, sonra çığlıklara, feryatlara, sonra da derin bir sessizliğe yol açıyor. Bilerek saçılan korku, isteyerek örülen duvar yükseliyor aramızda. Sokrates’in “her insan özünde iyidir” sözü asparagas bir haber gibi alay konusu olup sürükleniyor sokaklarda. Bir kelepçe, bir söz, bir bomba yerle bir ediyor düşünceleri uğruna ölümü göze alan koca bilgeyi.
 
Bir arınma sürecinin içindeyiz; herkes özüne dönmek için üstündeki kiri pası silkeliyor, kıyafeti soyunuyor ve çırılçıplak kendisi olarak doğuyor yeniden. Artık safları saflığımız belirliyor. İyinin ve kötünün savaşında herkes soyunuyor. Üzerine giydiği ‘adalet’ hırkasını çıkarıyor örneğin kötü. Ya da ‘eşitlik’ ayakkabısını çıkarıp rafa kaldırıyor, artık çıplak ayakla basacak iyinin kafasına. ‘Herkese demokrasi’ eldivenini giyen iyinin, mesele kaçındığı alanlara gelince (Kürt, Ermeni gibi) eldivenlerini çıkarıp fırlattığını görüyoruz. Safın diğer tarafı o kadar da uzak değilmiş ona. Saflar arınıyor.
 
Kat kat giyinilen bir coğrafyada yaşadığımızdan belki de bu soyunma ve arınma başkasından önce kendi-mizi tanımamız açısından gerekli. Devasa bir koltukta, hayali bir tepede oturan malum kişinin de dediği gibi, at izi it izine karışmış durumda.
 
Kötüler maskelerini attı artık ve kandırıcı sözlerini bırakıp kötülüklerini sahipleniyorlar. Çıplak kötü karşımızda, görüyor, duyuyor, yaşıyoruz. Ya bizim safımız neresi? Paranteze aldığımız sözlerimizi, tereddütlü adımlarımızı attığımızda geriye kalan özümüz nereye çıkıyor?
 
Siyasi partilerin, adalet mekanizmasının, devlet kurumunun, vatanın, milliyetlerin, dinlerin, hatta eşitlik söyleminin bile insan ürünü olduğunu tekrar hatırlayalım. Ürettiklerimizin içine hapsolmuş yaşarken yüzümüze taktığımız çeşit çeşit maskeler ve renkli kıyafetlerimizle hava atıyoruz. İdeolojik bir sözümüz üzerine aldığımız çılgın alkışlarla havalara uçuyoruz..
 
Bir insana bakarken onun banka hesabını, oturduğu koltuğu, içine doğduğu ‘milliyet’i, giysilerini, inancını ya da inançsızlığını mı görüyoruz yoksa gözlerindeki aydınlık yetiyor mu bize? Sahi biz kimiz?
 
Savaşa karşı barışı savunup, haksızlığa karşı dimdik ayakta durabiliyor muyuz? Sokrates’in dediği gibi ‘iyi’ miyiz gerçekten, yoksa Sokrates çılgın bir hayalci mi?
 
Birer ahlaki söylemden ibaretken artık yaşama içgüdümüze saldıran bir savaşa, iyilik ve kötülüğün savaşına tanık oluyoruz. Ve bu savaşta tanığın yaşama şansı yok, herkes safını belirleyecek. Belki binlerce kez tekrarlanmış bir arınma sürecinin sonunda saflığımız belirleyecek safımızı.