Bireysel bir meseleyle ilgili gündeme gelmemek, bugüne değin büyük özen gösterdiğim konulardan olmuştur. Tanıyanlar bilirler, “mağduriyet” edebiyatı yapmaktan da hazzetmem. Örneğin uzun süre hapis yatmış olmam, daha lise öğrencisiyken işkence görmem, insanların çok ilgili oldukları “özelliklerim” olmuştur; ama ben bunları adeta “sermaye” gibi ele alırcasına “kullanmaktan” uzak durmaya çalışmışımdır. Yaşam hikayem, ülkemizde hasbelkader aynı özellikleri paylaştığımız çok sayıda insanın hikayesiyle benzer acılarla örülü. Bu acıları bir “ağlama duvarı” haline getirmek ya da yaşam hakkında söyleyecek sözü tükenmiş olanların yaptıkları gibi “sermaye” haline getirmek, naçizane, “acınası” bulduğum tutumlardır. Acılarımız, içerisinden geldiğimiz ve ister istemez kişiliklerimizi, hayata karşı duruşumuzu da koşullayan geçmişlerimiz, bir “yüzleşme” konusu olabildikleri ölçüde herkes adına anlamlı ve değerlidirler diye düşünürüm. Herkes kendi hikayesinin, menkıbesinin sahibidir ve fakat o menkıbelerin sonuçlarıdır ki, hepimiz adına bugünlerimizi ve geleceğimizi biçimlendirmenin paha biçilmez deneyimleri, motivasyon kaynaklarıdır aynı zamanda.

Dersim 38 katliamı ile ilgili tartışmalar ve bu bağlamda çok yönlü bir “yüzleşme” konusu olduğunu düşündüğüm Alevi meselesinin gündeme gelmesi, 2009 yılında Onur Öymen’in çıkışını da (“Dersim 38’de analar ağlamasın denildi mi?”) aşacak şekilde “ezber bozucu” bir etki yarattı. Ezberlerin bozulması, doğru bilinen yalan ve yanlışların, bir başka ifadeyle, topluma reva görülen bilgisizliğin açığa çıkması demek oluyor. Böyle olduğu içindir ki sancılı ve sarsıcı bir etki yaratmasını da kaçınılmaz kabul etmek gereği var.

Egemen ezberleri bozmak

Konuyla ilgili yazıları, kitapları ve “egemen” ezberlerin dışında düşünceleri olan bir yazar olmam sebebiyle görüşlerine başvurulan kişilerden biriyim. Gerçeklerin günışığına çıkması ve nihayet yaygın şekilde, yüksek sesle konuşulabiliyor, tartışılabiliyor olmasının heyecanıyla herhangi bir sınırlandırmaya tabi tutmadan yapabildiğimce görüşlerimi kamuoyu ile paylaşıyorum. Şunu açık yüreklilikle belirtmeliyim ki, üzerinde araştırmalar yaptığım, yazdığım, konuştuğum bu konular benim açımdan herhangi birer konu olmanın ötesinde bir anlam ifade etmektedir. Çünkü hasbelkader Kürt ve Aleviyim. Yanı sıra sol bir düşünce yapısının içerisinden geliyorum. Ve bunlar, biliniyor ki, “sol” kavramının günümüzde tanınmaz hale getirilmesi bir yana, yıllarca altı kırmızı kalemle kalınca çizilen hususiyetler oldu... Kişi olarak ben de bu “hususiyetleri” taşıyor olmanın ölüm dışında her türlü bedelini göğüsledim.

Açık yüreklilikle ifade etmem gereken hususlardan biri de şu: Kişi olarak benim “ezber bozmak” diye kendime biçtiğim özel bir “misyon” yok. Ancak hakikati anlama ve ifade etme noktasında baskı ve manipülasyonun hiçbir türüne prim vermemeyi prensip edinmem, ister istemez beni savunduğum görüşler itibarıyla bu tür bir algının öznesi haline getirdi. Beraberinde beni mahcup eden, burada dile getirmekten hicap duyacağım çok sayıda övgüye de muhatap oldum, oluyorum. Beni, bu son derece “kişisel” satırları kaleme almaya sevk eden neden ise, varlıklarını adeta bozulan ezberlerin hükmünü sürdürmesine adamış olanların, ayaklarının altındaki zeminin durdurulamayacak bir şekilde kayıyor olmasının telaş, sıkıntı ve sancısıyla şahsıma yönelik saldırılarını artırmaya başlamaları oldu.

Genellikle kendilerini “sol” olarak niteleyen bazı Alevi şahsiyetleri, kurum temsilcileri, kamuoyuna yansıyan, kaldı ki yayınlanmış olmalarından ötürü “kayıtlı” da olan görüşlerimi çarpıtarak tepki verdiler. Bunlar değişik medya organlarına da yansıdı. Bunların “sol” oluşları ya da “solculuk” anlayışları benim açımdan ciddi şekilde tartışılırdır. Kuşkusuz bu tartışmayı kendi açımdan sürdüreceğim. Bir inanç, ibadet biçimi ve kültür olarak Aleviliği ne tür siyasi ikbal hesaplarının, politik konseptlerin aleti haline getirdiklerine dair söyleyeceklerim bitmedi. Birileri rahatsız oluyor diye gerçekleri dile getirmekten geri duracak değilim. Ve üstelik bu gerçekler ülkemizin normalleşmesiyle bire bir bağlantılı olmaları nedeniyle de yüksek sesle konuşulmayı gereksiniyor. Benim ilgimin özünde de zaten bu var.

Sol görünümlü şahinler

Bu “sol” görünümlü tepkilerin yanında, bu süreçte, özellikle sanal alemde tepkilerini küfür, hakaret ve tehditler biçiminde dile getirenler de eksik olmadı. Yıllardır bu tip sanal alem serserilerinin ilgi alanı içerisinde bulunuyorum; bu nedenle benim açımdan şaşırtıcı olmadı. Tabii ki çoğuna yanıt bile vermedim, ciddiye almadım. Onları kendi zavallılıklarıyla baş başa bırakmayı yeğledim. Sanal isimlerin arkasına saklanarak konuşanlara laf yetiştirecek kadar “boş” zamanım yok.

Bir de doğrudan ırkçı olan kesimler var, burada adlarını anmak dahi istemiyorum. Dersim katliamı tartışmaları sırasında “devlet özür dilesin” diyenlere karşı “Dersimliler devletten özür dilesin” diyecek kadar arsız olan bu çevrelerin hakkımda yaptıkları yayınlarda kullandıkları ifadelerin en “hafif” olanı, “şucu-bucu” (anladınız siz onu!) olduğumu ileri sürmeleri idi. Ama doğrusunu isterseniz aynı yazı içerisinde beni hem “PKK’lı”, hem “AKP’li”, hem “Fetullahçı” olmakla itham edebilmelerindeki “hikmeti” bir türlü anlayamadım. Sorun benim anlayışımın kıt olması mı, yoksa böylelerinin hastalıklı bir kafa yapısına sahip olmaları mıdır acaba?

Ayağımı neden denk alacak mışım?

Tehditler çalışma ofisimin kapısına sıkıştırılan mektuplar, cemevlerindeki Mustafa Kemal posterleri kastedilerek “o resim değil senin bedenin ortadan kalkacak” diyen tweetler, “ben iki kere uyarmam, ayağını denk al” diyen mesajlar düzeyine varınca, yargıya başvurmam da kaçınılmaz oldu. Çok “cesur”, “korkusuz” filan olduğumdan değil, ama kamuoyuna da açıkladım: Aklım, gücün, enerjim, nefesim yettiğince gerçekleri söylemekten geri durmayacağım... Tehditleriyle beni, bizi susturabileceklerini sananların bilmesinde fayda var. Kimse kimse gibi düşünmek zorunda değil. Çok şükür herkesin kendini ifade edebilmesinin imkan ve araçları var. Demokratik bir adap içerisinde her türlü düşünce tartışılabilir. Kimsenin şahsına yönelik küfür, hakaret, tehdit kastıyla hareket edilmediği müddetçe “sert” de tartışılabilir. Ama bir düşünceyi tehditle bastırmaya çalışmak kadar alçakça, zavallıca bir anlayış olamaz.

Peki nedir “birilerini” celallendiren, “peşindeyiz” mektupları yazmalarına, hakkımda “ferman” çıkarmalarına neden olan düşüncelerim? Bilen biliyor ya, özetlemiş olayım.

Öncesi bir yana, ülkemizin tarihinde önemli bir dönüm noktası olduğunu kimsenin yadsıyamayacağı cumhuriyetin ilanından beri kendi gerçekleriyle, değerleriyle kavgalı bir “resmi ideoloji” zihniyetiyle yönetiliyoruz. Bu resmi ideoloji zihniyeti, kendisini Türkiye’yi “çağdaşlaştırma”, “medenileştirme” projesiyle gerekçelendirdi. Bu “çağdaşlaştırmanın” özellik ve gerekleriyle “uyumlu” olmayanlarımız, bir anda, “öteki” oluverdiler. Aslında “asli” olan da yoktu. Bu ülkenin bütün yurttaşları “yüce”, “kutsal” gibi terimlerle sıfatlandırılan “devlet” için varolmalı; resmi ideoloji zihniyetinin kendilerine biçtiği rolleri sorgulamadan oynamalı, gereğinde birbirleriyle savaş halinde dahi olmalıydılar. Çoğu zaman “ne” olduğunu dahi bilemediğimiz “iç ve dış mihrakların” tehdidi altında olmak, “devleti ve milleti ile bölünmez bir bütün” olduğu söylenen ülkemizin “milli birlik ve beraberliğini korumayı, dolayısıyla devletin bizlere atfetmiş olduğu rolleri oynamayı daha da “hassas” ve “kritik” bir “görev” haline getirmiş oluyordu. Bu “görev”, şartlara göre bazen “komünist yayılmacılığa karşı” mücadele etmeyi gerektiriyordu, bazen “bölücülük” tehdidine karşı şoven-milliyetçi söylemlerin militanlığını yapmayı, bazen de “irtica” tehdit ve tehlikesine karşı “laik-antilaik” kutuplara bölünmeyi... Ve her dönem, birileri kendini “özde yurttaş” sanırken, başka birilerini “öteki” haline getirmiş oluyordu. Ana hatlarıyla özetlediğim bu sürecin “bizlere” unutturduğu temel bir gerçek vardı ve o da şu idi: Anadolu coğrafyası, etnik, dini ve kültürel çeşitliliğiyle birlikte anlamlıydı, değerliydi ve “vatan” idi... Kimse bu topraklarda “turist”, “işgalci” ya da “göçmen” değildi; ne Türkler, ne Kürtler, ne Aleviler, ne Sünniler ve ne de kendi kadim vatanlarında “azınlık” haline gelen “gayrimüslim” yurttaşlarımız, yani Ermeniler, Rumlar, Yahudiler... (Ve tabii bir de Süryaniler gibi “azınlık” bile olamayanlarımız var...)

Ülkemiz bir süredir adı dosdoğru konulamamış da olsa ciddi bir “yüzleşme” sürecinden geçiyor. Sancıları, sıkıntıları ve eksikleriyle birlikte içerisine girilen bu sürecin temel özelliği, denilebilir ki cumhuriyetin demokratikleştirilmesinin süreci olarak karşılık buluyor olması. Nitekim ilk defa “olağan” süreci içerisinde sivil, demokratik bir anayasa yapma noktasına gelmiş olmamız bu sürecin doğrudan sonuçlarından biri oluyor.

Türkiye kimsenin tapulu vatanı değil

Çaresi yok, zaten gecikmeli olarak içerisine girdiğimiz bu yolda ilerleyeceğiz. Bu yol inişli çıkışlı, sancılı, duraksamalı olabilir, ama nihayet geldiğimiz bu noktadan geriye dönmemiz imkansızdır. Aksini düşünmek dahi istemiyorum. Ne tür kisveler ardına saklanmış olurlarsa olsunlar, Türkiye’yi herkes için gerçek bir vatan haline getirecek olan, bu yolda yürümeye devam etmektir. Kendi ülkesinde “öteki” olmayı artık hiç kimse kabul etmeyecektir ve etmemelidir de.

Bu uğurda hala ödemem gereken bir bedel varsa, inancım, değerlerim ve hayat felsefemin gereği, bana bazı arkadaşlarımın iyi niyetle öğütledikleri gibi “sana mı kalmış” diye düşünmek değil, “hoş geldi, safa geldi” demektir... Çünkü “Haksızlığa karşı susarsanız, hakkınızla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz.” (Hz. Ali).

(Star'da da yayınlanmıştır)