Özellikle son 40 yıldır bu topraklarda bir yasa dışı örgüt üyeliğidir dolanıp duruyor. Hani deyim yerindeyse sağımız solumuz örgüt üyesi doldu. Dayıoğlu, amcaoğlu, teyzekızı, halakızı, okul arkadaşı, iş arkadaşı, mahalle arkadaşı, cezaevi arkadaşı her tarafımız örgüt üyesi. Yandaş, yalaka, gambaz değilse eğer birisi hiçbir garantisi yok. Yani akşam, yatağına öğretim üyesi olarak yatan birisi her an örgüt üyesi olarak uyanabilir bu topraklarda.   

Evinde kitap mı bulunduruyorsun, çantanda dergi ya da bildiri mi taşıyorsun, yazı mı yazdın duvara, sosyalist bir gazetede köşe yazarlığı mı yapıyorsun, muhalif bir dergi mi çıkartıyorsun, slogan mı attın, yürüyüşe mi gittin, gösteri mi yaptın, ters mi düştün Başbakan'a, bir Bakan’a ters mi baktın, hükümete karşı mı geldin, iktidarın verileri dışında her hangi bir veri mi ileri sürdün, Dersim katliamını protesto mu ettin, otobüs ücretlerindeki düzensiz artışın geri alınmasını mı istedin, eşit ve parasız eğitim mi istedin, Tutuklu Gazeteciler Dayanışma Platformu temsilcisi Necati Abay misali Türkiye’deki tutuklu gazetecilerin sayısını iktidarın açıkladığından farklı mı açıkladın... Öyleyse hayırlı uğurlu olsun! Zira potansiyel bir yasa dışı örgüt üyesisin artık. Kaldı ki bunu kanıtlamaya falan lüzum da yok. Kanaat yeterli.

İyi de bu örgüt üyeliği denen şey nasıl bir şeydir? Bir insanın her hangi bir örgüte üye olması için neler lazımdır? Sıradan bir iş başvurusu için bile vesikalık resim, ikamet kâğıdı, nüfus cüzdan örneği, temiz kâğıdı gibi birçok evrakın gerektiği bu topraklarda her hangi bir örgüte üye olmak için hiçbir evraka gerek yok mudur? Balık Severler Lokali’ne girerken bile üyelik kartı istenirken, neredeyse hayatının tamamına mal olacak bir örgüt üyeliği için bir tek imzaya da gereksinim yok mudur? Yoksa Özal dönemi prenslerinden Selim Edes’in Engin Civan’a “Rüşvetin belgesi mi olur” dediği gibi “Örgüt üyeliğinin belgesi mi” olur deyip öyle mi karar veriliyor bu ülkede?

Örgüt üyeliği polis tutanaklarının ve savcının iki dudağı arasında mıdır?

Bakıyoruz da etrafımıza, özellikle 1980'den günümüze, yasa dışı örgüt üyeliği ile suçlanmamış hemen kimse yok gibi. Eminiz ki içlerinden bazıları suçlandığı örgütün adını bile ilk kez mahkeme tutanaklarından öğrenmiştir. Karanlık ve kirli işlere bulaştığı onlarca kez ispatlanan kişiler bile üç beş ay cezaevinde yatıp çıkarken ve hatta kimi milletvekili ya da bürokraside yer alabilirken, sırf sosyalist kimliğinden dolayı bir Tahir Canan 'yasa dışı örgüt üyesi' olabiliyor ve 32 yıl cezaevinde yatabiliyor.

Peki, ama örgüt üyesi olmanın kıstası nedir? Solcu olmak, Sosyalist olmak, Kürt ya da Alevi olmak, kısaca iktidarlara muhalif olmak yasa dışı örgüt üyesi olmak için yeterli midir? Yoksa örgüt üyeliği iktidarların varlıklarını sürdürebilmesi için ortaya attıkları koca bir düzmece midir?

Çok değil, daha birkaç gün önce Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu temsilcisi Gazeteci ağabeyimiz Necati Abay özel yetkilerle donatılmış İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından, 10 yıllık yargılama sonucunda, üstelik aleyhine hiçbir delil olmamasına rağmen örgüt üyesi olduğu iddiasıyla 11 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı. Üstelik kanıtlanmış her hangi bir delilden değil, sadece kanaatten.

Aslına bakılırsa bu iş bir hayli karışık. Yani, ortada örgüt yok ama olma ihtimali var; kanıt yok ama kanaat var; adalet yok ama davayı 10 senedir sürdüren bir mahkeme var.

Bundan yüzyıllar önce karısı Sokrates’e “Seni suçsuz yere idam edecekler” dediğinde Sokrates, “Haklı yere etseler daha mı iyi?” diye cevap vermiş. Verilen karar bana biraz da bu sözü hatırlattı. Hani birisi söylese “Necati Abay’a kanaatten 11 yıl 3 ay hapis cezası vermişler” diye insanın ister istemez “Kanıttan verseler daha mı iyi?” diyesi geliyor. Bu davanın böyle de bir trajik komik yönü var.