Şu sıralar Tuba Çandar’ın “Hrant” adlı biyografi kitabını okuyorum. Çandar gerçekten, enteresan bir biyografi tarzıyla mükemmel bir iş ortaya çıkarmış. Hrant’ın yakınlarına sorarak aldığı cevaplarla Hrant’ın hayatını betimlemiş.
Çandar’ın kitabında Hrant’ın vurulduğu ilk dakikaları Hrant’ın oğlu Arat Dink kendi açısından şöyle anlatıyor:
“O gün dükkandaydım sabahtan itibaren. Öğleden itibaren siteden bir arkadaşımı hastaneye götürecektim. Dükkandan çıktım, taksiye bindim. Yolda Necdet Abi aradı önce. “Babayı vurmuşlar Arat,” dedi. Ulaşamıyorum, nasıl durumu, gibi bir şeylerde sordu. Ne diyorsun abi, dedim. Beynim uyuşur gibi oldu. Babamı aradım hemen. Cevap vermedi babam. Agos’un telefonlarını çevirdim. Hiçbiri açılmadı. Agos’ta çalışan bir arkadaşımı cebinden aradım. Agos’ta mısın diye sordum. Değilim, dedi. Konuşturmuyorum da karşımdakini. Agos’tan birilerinin numarasını ver bana, dedim. Lora’nın telefonunu verdi. Onu aradım. Dışarı olduğunu söyledi. Ama bir şey var ses tonlarında, belli ki onlara da haber yeni gelmiş. Bir şey söyleyemiyorlar. Daha ilk dakikalar… Bu arada, ben taksiyi tekmeliyorum, camlara yumruk atıyorum. Şoföre Agos’a, Osmanbey’e sür dedim. Çapa’da tıkanıp kalmışız. Acayip bir trafik var. Küfür ediyorum ana avrat. Taksici de korktu zaten. Bayağı bir vurdum adamın arabasına. O sırada mamamı aradım. Nerdesin, dedim. Olduğu yeri söyledi. Tamam, dedim. Anladım ki bilmiyor. Sera beni aradı, Apar, dedi. Bir şeyler var. Babama bir şey mi olmuş. Yok kızım, dedim. Ne olacak, bir şey yok. Ben Agos’a gidiyorum, sana hemen haber veririm, dedim. Ben de oraya gidiyorum, dedi. Gidiyoruz ve o trafik bitmiyor. Çok uzun… Bu arada hastaneden arkadaşım arıyor. Ben gelemiyorum, diyorum ona, bir sorun çıktı. Tamam abi, diyor. Sonra Sera benden önce varmış herhalde. Ağlayarak açtı telefonu, “Babam ölmüş” dedi. Ben de olmaz öyle şey, dedim. Saçmalama. Yok, yaralıdır o, dedim. Konuşturmadım kızı. İnanmadım da görene kadar… İnanmak istemiyorum. Ve inanmıyorum. Dolapdere’deydik. İndim artık, çünkü ilerlemiyor trafik. İnerken 100 lira attım taksiye. Yokuştan yukarı koşmaya başlamıştım ki, birden fark ettim ki, babamın öldüğünü kabul etmiş gibi davranıyorum. Yok, ölmüş olamaz, dedim. Geri döndüm ve paranın üstünü istedim şoförden. O yüz lirayı bıraksaydım, babam ölmüş gibi davranmış olacaktım. Kabul etmiş olacaktım. Gittim ve paranın üstünü aldım. Koştum, koştum… Sonra, işte yerde gördüm babamı. Yok, yok, önce görmedim de… Dışardan görünmüyor zaten. Oraya ilk vardığımda, polis kordonu falan… Yine bir olay var gibiydi. O anda babamı hala orada sağ görürüm hissine kapıldım. Daldım polislerin arasından, bırakmazlar, iki saat konuşurlar şimdi, sorular sorarlar falan. Daldım hızla aralarından. Yardım kordonu. Kapıya doğru ilerlerken, işte o zaman gördüm babamı… Yerde yatarken gördüm.”

Kitapta bunun gibi insanı donduran birçok anlatı var, kitapta olduğu gibi dört sene boyunca bu davanın hakkaniyete kavuşmaması da insanın kanını donduruyor gerçekten.
Hrant’ın arkadaşları ve ailesi dört senedir “bebekten katil yaratan” karanlık gücün üstüne gitmeye çalışıyorlar ve ne kadar gitseler de dört senedir adaletin olmayışı kurşunların hala atıldığını gösteriyor.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Hrant Dink Davası’nda Türkiye’yi mahkum etmesine rağmen, “Ucuz atlattık !” diye sevinenlere karşılık olarak biz dört senedir adaletin yerini bulmadığı gibi on binlerce sayfalık Ergenekon iddianamelerinin bir hafta içinde karara bağlandığı ve Ergenekon sanıklarının tahliye edildiği bir yargı sistemiyle karşı karşıyayız.
Bu yargı sistemini dört senedir değiştiremeyen AKP’nin, “Bu cinayeti aydınlatmak namus borcumuzdur.” sözü de öylecene duruyor.
Sorgulamamıza, soruşturmamıza ve vatandaşlık hakkımızı kullanarak sorduğumuz sorulara cevap vermek yerine yaptıkları icraatlarla dalga geçmeyi yeğliyorlar ve onlar dalga geçtikçe bu ülkenin vicdan sahipleri kenetlenmeye, birlik içinde olmaya devam ediyor.
Bu ülkede karanlık güçlerle masum insanları öldürenler ve bu karanlık güçleri cezalandırmayan kişiler ne yazık ki aynı kaderi paylaşıyorlar; Hrant’ın hoşgörüsüne karşılık hoşgörüsüzlük sergiliyorlar, Hrant’ın arkadaşlarının vicdanına karşılık vicdansızlık örneği sergiliyorlar.
Onlar vicdansızlık ve hoşgörüsüzlük sergiledikçe, baskı birleştirir sözünden yola çıkarak bu vicdan sesine kulak verenler kenetlenmeye devam ediyor ve mücadelelerini de adalet yerini bulana dek kenetlenerek sürdürmeye devam edecekler.
Hrant öldüğü gün yazdığı son yazısında bile; "Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce." kelimelerini sarfederken onu 301’den yargılayanlar ve onu öldürenler ve öldürenlere çanak tutanlar utanmıyorlar mı acaba, insanlıktan bir nebze olsun nasiplerini almıyorlar mı ?
Demek ki ne utanıyorlar, ne alıyorlar… Onlar yaptıklarından utanana kadar, insanlıktan nasiplerini alana kadar biz de alanlarda “Adalet İstiyoruz!” diye haykıracağız.
Ta ki adalet gelene kadar da “Hem Hrant’ız, Hem de Ermeni’yiz !”

Bu böyle bilinsin.
-      Sevgili ağabeyim Hrant’ı özlemle anarım.

Not: Sevgili Mehmet Göcekli, “Demokrat Haber’de yazar mısın?” dediğinde açıkçası üzerime daha fazla sorumluluk binmesinden dolayı mırın kırın etmiştim. Ama sonra gördüm ki; iyi ki böylesine bir teklifi kabul etmişim… Kısacası; Hoş gördük !