2015 genel seçimlerinde milletvekili adayı iken bir kahvehane toplantısında kadının görünmeyen emeğini konuşmuştuk. Çünkü kahvede bizim ekip dâhil sadece iki kadındık.

Onlara ‘burada neden sadece iki kadın var, biliyor musunuz’ diye sormuştum. Birbirlerine bakıp dudak bükmüşlerdi. Elbette farkında bile değillerdi çünkü hayatın olağan akışı böyleydi. Sonrasında şu konuşmayı yapmıştım:

Evet, kadın evde yemek yapıyor, çamaşır yıkıyor, temizlik yapıyor, derleyip topluyor, çocuklara ve size bakıyor. Böylece siz de buralara gönül rahatlığıyla geliyor ve siyasetle, eğlenceyle, sosyalleşmeye zaman bulabiliyorsunuz. “İyi ama bunlar zaten kadın işi değil mi” dediler. Ben de onlara yıllardır her ortamda sorduğum şu tarihi soruyu sordum: “Peki, bu işler için size para versem?” Gülmeye başladılar. Evet, dedim, iş angarya yani parasız olduğunda kadının görevi, para karşılığı olduğunda “iş”; yani bir cinsiyeti yok. Buna da güldüler.

Burada ele alınması gereken birkaç başlık var: Angaryanın kadına -üstelik bir de kutsanarak- yüklenmesi; bu dile getirildiğinde, buradaki ikiyüzlülükle yüzleşemeyenlerin gülerek tepki göstermesi; işin ucunda para varsa birçok değerin (kutsallar da dâhil) önemini yitirmesi.

Üstelik tüm bunlara eğitim düzeyi ne olursa olsun birkaç istisna hariç, neredeyse tüm erkeklerin benzer tepkiler göstermesi.

Cinsiyetçi bakış açısının turnusolü nedir o zaman?

Yine yıllardır dillendirdiğim bir turnusolüm var. Odada bir kadın ve bir erkek var. Sen yerinden kalkamayacak durumdasın. Susadın. Suyu kimden istersin? Her ne kadar kişinin kendisiyle yüzleşmesinin bir yolunun bu olduğunu bilsem de, onların bile pek dürüst olacağına inanmadığımdan cevap beklemediğimi belirtmeliyim.

Yine başka bir turnusolüm de herhangi bir durumun içindeki kadın veya erkek düşünüldüğünde; iki cinse iki ayrı bakış açısındaki fark cinsiyetçiliktir. Yani gece üçte sokakta gördüğünüz bir kadın hakkındaki duygu ve düşünceniz ile bir erkek gördüğünüzdeki duygu ve düşünceniz arasındaki farktan söz ediyorum. Gündelik hayata daha ayrıntılı bakarsak, binlerce örnek ortaya koyabiliriz.

Pandemi ve yıllardır süregelen ayrımcı politikalar ile beraber tüm bu cinsiyetçilik zirveye ulaştı.

Bir insanın neye ihtiyacı olduğu ve kendine ne kadar yetebileceği yaşadığı coğrafya, içine doğduğu kültürel yapı, yaş, eğitim, hastalık durumu, cinsiyeti gibi durumlara bağlıdır. Bu noktada ben, yaşlı ve hasta bakımıyla geçirdiğim hayatımın son üç yılını kadın bakış açısıyla anlatmaya çalışacağım.

İşin açıkçası hayatımın neredeyse büyük bölümünde iradi olarak kendimi merkeze koyarak yaşadım. Yani bir yer varsa ben olduğum için var.

Bu nedenle kendimi korumaya hep özen gösterdim. İki evliliğimde de bunu büyük ölçüde başardım. Hatta ikinci evliliğim esnasında koruyucu aile olduğumuz dönemde de kendi önceliklerimden vazgeçmeden ve o öncelikleri evladımla paylaşarak yaşadım. Bu tutumumu daha iyi açıklamak için feda ve kurban zihniyetini büyüteç altına yatırmak istiyorum.

Kavram ve pratikte kurban ve feda nedir?

Kına yakılır düğünlerde gelinlerin eline, askere giderken genç erkeğin eline, bir de kurban bayramlarında kurban edilecek hayvanın alnına. Kadının kocasına, genç erkeğin vatanına, hayvanın Allah’a kurban edilmesinin törensel bir paradigmasıdır kına. Hüzünlüdür bu törenler. Duygusal yanlarından etkilensem de oldum olası itirazım oldu bu zihniyete. Şimdilerde durmadan orada burada dillendirip duruyorum. Değişik tepkiler alıyorum.

Feda olgusuna hangi açıdan bakarsanız bakın az ya da çok kendinizden vazgeçmeniz anlamına gelir. Peki, bu durum neden yüce bir duygu olarak kabul edilir. Bir şeylerden vazgeçmek çok zor olduğu için mi, kendini feda etmeyenler neden feda etmiyorlar diye sorgulanmaması için mi? Ya da fedakarlığı yücelterek, bu işi zevkle ve gönül rızasıyla yapmaları için feda edenlerin ağzına bir parmak bal mı çalınıyor?

Yaşadığınız hayata bir bakın! Askerliğin yüceltildiği bir yerde vatana kurban olanlar kimlerdir? İçlerinde bürokrat, zengin çocukları var mıdır? Savaş çığırtkanlığı yapanların neredeyse bütünü yaşını başını almış ve tuzu kuru tayfadan değil midir? En çok da bu savaşın kimin işine yarayacağına bakmak lazım. Vereceğiniz cevaplar kutsalların aslında buzdağının sadece görünen yüzü olduğunu hepimize gösterir.

Aynı zihniyet kadının erkeğe kurban edilmesini de yine düğün dernekle, kına geceleriyle (ki, yakın zamanda erkeklerin ellerine de kına yakılmaya başlandı. Bu da kabul edilebilir bir durum değil elbette) kadının ağzına o bir parmak bal çalarak devam ediyor.

Böyle değil midir zaten; aynı mantıkla sırtına yüklenen tüm sorumluluklar allanıp pullanarak dayatılmıyor mu kadınlara. Annelik, alışveriş, temizlik, doyurma, derleyip toplama, hasta bakımı, yaşlı bakımı gibi parasız yaptırılan tüm işler, doğalarının bir parçası olduğu yalanıyla, erkek egemen ideolojinin aygıtlarınca öğretiliyor kadınlara. Öte yandan, dünyanın her yerinde, sistemin devamını sağlamak için erkek egemen sistemin öğretileri, farklı yöntemlerle ama aynı amaca ulaşmak için, kadınlar aracılığı ile çocuklara aktarılıyor.

Tüm bunların akışını değiştirmek, farklı bir yaşam dizgisi kurgulamak ve hayata geçirmek mümkün değil midir? Evet, bence mümkün!

Peki, mükemmel olmak nedir? Olunmalı mıdır?

Eğer anne, bakıcı olmaya karar verildiyse nasıl anne ve/veya bakıcı olunacağına ilişkin verilerle dolu çevreniz tarafından öğütlerle dolu bir dünyaya hoş geldiniz. Kadınların, mükemmel olmak adına, “çağın gereği” kendilerine yeni değerler eklemeleriyle zaten ağır olan yüklerini katlayarak kendilerinden vazgeçişlerini izlemek yürek ağrısına neden oluyor benim için.

Nereye kadar yaşam tarzı? Nereden sonra fedakârlık? Bu geçişin bir formülü var mı?

Nispeten özgür ve her anına kendim karar verdiğim bir yaşam biçiminden annem ve babamla yaşamaya başlamam, üç buçuk sene evvel babama uygulanan yanlış bir tedavi sonrasında bağışıklık sisteminin çökmesiyle kendi başına yaşayamaz hale gelmesi sonrası başladı. Aynı zamanda annemin de yaşa bağlı unutkanlık nedeniyle gündelik hayatını sekteye uğratacak şeyler yaşamaya başlaması da diğer bir nedenim.

Hayatımın otuz yılı kendi bildiğim gibi yaşayarak geçmişti. Birlikte yaşamak kimle olursa olsun öğrenilen bir süreç. Biz de bazı konularda yavaş bazı konularda ise çok hızlı öğrenerek yaşamaya başladık.

Evin sağlıklı bireyi olarak ben öncelikle kimin neye ve ne kadar ihtiyacı olduğunu tespit etmeye başladım:

- Alışkanlıklar, hassasiyetler, ekonominin idaresi (gelirler, giderler, ihtiyaçlar arasındaki denge)…

- Yemek, temizlik, alışveriş, düzenleme, yerleştirme, ilaçlar, hastane gereksinimleri, fiziksel tedavinin gerektirdiği işler (pansuman, merhem sürme, masaj, ilaçların alındığı saatler, açlık tokluk takibi, alınan sıvı ile atık arasındaki dengenin izlenmesi, periton diyaliz tekniği ile evde diyaliz için yapılması gerekenler)…

- Hastalık hakkında bilgilenme, tüm bu bilgilenme doğrultusunda doktor, hemşire, kardeşler, akrabalar, komşularla bilgilendirme konuşmaları yapma… Bu süreçte anne ve babanın diğer çocuklarına duyduğu ihtiyaç oranında onları bilgilendirmem gerektiğini de öğrendim…

Tüm bunlar bazen hastalık seyrindeki olağan dışı durumlarda ikiye üçe katlanarak devam ediyor. Bazen annem ya da babamın hastaneye yatması gerektiğinde yanında refakatçi ihtiyacı oluyor. Böyle durumlarda, yukarıda saydığım işlere planlama yapmak da ekleniyor.

Uzun yıllar ayrı hayatlar süren kişilerin, ilişkilerin niteliğinden ziyade yaşadıkları deneyimlerin birikimi ve önceliklerinin farklılığı nedeniyle çatışma yaşaması kaçınılmazdır. Ve her bireyin bu çatışmalara gösterdiği tepki farklı olacağından çatışmanın büyümesi ya da kolayca sönümlenmesi biraz o krizin nasıl yönetildiği ile ilgilidir.

Bu anlamda; ailemle beraber yaşamaya başlamadan önce bölge koordinatörü olduğum aile içi şiddetle mücadele projesi kapsamında aldığım eğitimler sayesinde uzun zaman krizlerin kolayca sönümlenmesini sağlamayı başardım.

Çatışmanın neden çıktığı, hayati olup olmadığı, çözümlenebilme potansiyeli, tarafların çatışmayı sonlandırmayı isteyip istememesine bağlı olarak bazen günler süren bazen de hemen çözümlenebilen çatışmaları çok yaşadık.

Kendi içimizde bu çatışmaları yaşarken, bizimle beraber yaşamayan ancak aynı zamanda yakın takipte olanlardan başlayarak gittikçe uzak mesafede bulunan tanıdıklara kadar pek çok kişi de bu süreçlere bir şekilde dahil oldu. Böyle durumlarda çeşitli halkalardan oluşan bu çevredekiler, çatışmaya ya da bir eksikliğe tanık olduklarında benzer tutumlar ortaya koyabiliyorlar.

Benim ve benim gibi hasta ve yaşlı ile birebir bağlantıda olan kişilerin arzu ettiği şey, özünde, çevredekilerin önce gözlemlemesi ve/veya o konuya ilişkin nasıl bir çözüm düşündüğümüzü sormasıdır. Oysa karşılaştığınız tutum, o ana kadar sizin edindiğiniz deneyimler, fark ettiğiniz detaylar ve deneyerek öğrendiğiniz yaşam koşullarını yok sayarak, fark ettikleri eksiklikleri ve çatışmaları ortaya koyup, deyim yerindeyse kendi çöplerini sizin üzerinize boşaltmak olur.

Niyet okuma, öngörüde bulunma, akıl verme ve en iyi ben bilirim tavrı.

Kolay ve etkili iletişim kurma, paydaşı olduğum projede üç yıl boyunca eğitimini aldığım, önceki yaşantımda önemli sorun yaşamadığım bir özelliğim. Bu anlamda aldığım eğitimlere bağlı olarak farklı gönüllü gruplarla ‘birbirimizi dinlemeyi biliyor muyuz’ konulu atölyeler yaptım. Bizim gibi toplumlarda duymak, dinlemek çok da başarabildiğimiz bir özellik değil. Bu nedenle bazı bilgileri paylaşmayı hem hatırlamak hem de hayatı kolaylaştırmak amacıyla önemsiyorum.

Sağlıklı iletişim kurmanın ipuçları:

İletişimin en önemli faktörü beden dilidir. Sonra ses tonunuz, sesinizin yükselip alçalması ve en son ne söylediğimiz önemlidir. Hem gönlümüz hem aklımız istemediğimiz şeyleri duymaya kapatıyor kapılarını.

Bir başka mesele, birey olma ile olamama arasındaki sıkışmışlığımız. Ataerkil, tebaa ruhunun hâkim olduğu toplumda birey olmak çok zor olduğundan, değişen çağla beraber tebaa zihniyeti ile birey olma arasında bocalıyoruz. Bu nedenle yaşantımız, duygularımız, öğrendiklerimiz arasında bir denge kuramıyoruz. Tatmin etmeyi arzu ettiğimiz egomuzu şişirip birey olmak isterken en iyi öğrendiğimiz hükmetme, en iyi ben bilirim tutumları hayatımızın merkezine oturuveriyor.

‘Ben zekiyim’, ‘ben akıllıyım’, ‘ben yaşam hakkında her şeyi çözdüm’ gibi bir dolu egomuzu besleyen kalıplar, aslında birey olmak konusunda daha çocukluğumuzda bize kapatılan kapıları aralamakta zorlanmaktan kaynaklanıyor.

İletişimde etkili dinleme ve anlatma derken aslında sadece iletişimin ne olduğunu ya da olmadığını öğrenmek değil kastımız, içsel denge ve birey olabilme potansiyelimizi de ortaya çıkarmamız gerekiyor. İşin bu kısmı beni aşacağından, iletişim üzerine birkaç karalama yapmayı tercih edeceğim.

İletişim, en yalın tanımıyla bir bilgiyi sözel ve/veya sözel olmayan bir biçimde karşımızdaki kişiyle paylaşmak demek.

Yüz ifademiz, mimiklerimiz, duruşumuz, el kol hareketlerimiz, oturuşumuz, karşımızdaki kişiyle göz kontağı kurmamız ya da kurmamamız, ses tonumuz, hatta sessiz kalmamız iletişimin içine giriyor.

Arzulanan etkin dinleme nasıl olmalıdır diye sorduğumda da şu cevapları alıyorum;

"Etkin dinleme, bizim tüm dikkatimizi vererek karşımızdaki kişiyi dinlediğimiz ve ne söylendiğini anlayarak tepkide bulunmamızdır" diyor iletişim uzmanları.

Peki, neler yaptığımızda etkin dinlemiş oluruz?

Yaptığımız her ne varsa bırakır, dinlediğimiz kişiyle göz teması kurarız.

Sadece sözlerini dinlemez, aynı zamanda duygularına da dikkat ederiz.

Anlattıklarına karşı samimi bir ilgi gösteririz.

Kişinin anlattıklarını kendi kelimelerimizle tekrar ederiz.

Daha iyi anlamak için sorular sorarız.

Kendi duygularımızın ve görüşlerimizin farkında oluruz.

Eğer görüşlerimizi söyleyeceksek dinledikten sonra bunları dile getiririz.

Bunların birkaçını bile yapıyorsak biz dinlemeyi büyük ölçüde öğrenmiş biriyiz demektir.

Yaşlı ya da hasta bakımıyla ilgilenen kişilerin küçük bir evin içinde, çoğu zaman hayati riski olan sorunlarla baş etmek durumunda kaldıklarını ve gündelik hayatlarını sınırlı bir çevreyle iletişim içinde geçirdiklerini düşünürsek, onları dinlemenin önemini de bir parça anlamış oluruz. Hiçbir şeyden söz etmeseler bile, belki sadece anlatmak istiyorlardır. Sormuyorlardır da anlaşılmak istiyorlardır. Sadece “seni anlıyorum”u duymak yola devam etmeleri için yetiyordur.

Bu noktada, iletişim engellerine değinmekte de yarar var. Bir şey yapamasak bile, mutlaka yapmamamız gerekenler listesi de pek kısa değil ne yazık ki.

Emretme, yönetme, uyarma, tehdit etme, eleştirme, suçlama, yargılama, ad takma, alay etme, konu değiştirme, ilgilenmeme, ahlak dersi verme, vaaz verme, öğüt verme, çözüm getirme gibi daha birçok iletişim engeli gündelik hayatımızda hemen hemen herkese karşı uyguladığımız engellerden birkaçı sadece.

İşte burada ‘duy beni’ demek için ne yapmak gerektiğine bakmak lazım.

Etkin dinleme, bizim tüm dikkatimizi vererek karşımızdaki kişiyi dinlediğimiz ve ne söylendiğini anlayarak tepkide bulunmamızdır. Etkin dinleme, söylenilenleri anlamamıza yardım eder.

Diğerleriyle iletişimimizi kolaylaştırır.

Karşımızdaki kişiye saygı duyduğumuzu gösterir.

________________

Bu yazı ilk bianet.org’ta yayınlanmıştır.