Bir soruyla başlamak gerekiyor, yazıya.

İnsan, bu doğanın, dünyanın ve evrenin neresinde duruyor?

İnsan doğanın ve dünyanın, daha da ileri giderek tüm evrenin sahibi midir yoksa sadece basit bir parçası mı?

Ayak bastığı her yere sahiplenme duygusuyla giden insan, neden kendisini bu doğanın bir parçası olarak görmez?

Her an nefes almak zorundayız. Birkaç dakika nefes alamaz isek ölüm kesindir. Buna rağmen, dünyadaki hava kirliliğinin önüne geç(e)meyiz. Dünyanın oksijenini sağlayan ormanları tüketiriz. Sanayi tesisleriyle havayı kirletiriz. Ozon tabakasının yok olmasını sadece seyrederiz.

Hiç düşünmeyiz, oksijen tükendiğinde ne yapacağız?

Sahil kenarları, dağlar, ovalar, insanın gittiği/gidebildiği her yer, yine insanın atıklarıyla çöp yuvası haline geliyor. Sahil kenarında keyfimizi sürdürüp, dağlarda, ovalarda bol oksijeni ciğerlerimize doldurup mutluluğu yaşadıktan sonra, yanımızda getirdiğimiz yiyecek ve içeceklerin atıklarını olduğu gibi bırakıp gidebiliriz!

Utanmadan, sıkılmadan ve geleceği düşünmeden!

Bu dünyanın sahibi olmadığımızı, sadece diğer canlılar gibi doğanın bir parçası olarak yaşam sürecimizi tamamlamaya çalıştığımızı, parçası olduğumuz doğaya karşı da sorumlu olduğumuzu nedense kabul etmek zor gelir.

Bizim dışımızdaki diğer canlılara baktığımızda, hiçbirinin doğaya zarar vermediğini, aksine doğayı koruduklarını görebiliriz.

Bizim dışımızdaki canlılarda israf ve gözü dönmüşlük yoktur.

Aslan, sürünün en zayıfını avlar. Avlandığı sürüyü de sürekli olarak korur. Asla yiyeceğinden fazla av yapmaz, biriktirmez.

Diğer etoburlarda da durum aynıdır. Akbaba, çakal ve sırtlan leşleri yiyerek doğada bir temizlik hareketi yaparlar.

Bitkiler, ağaçlar ve çiçekler de topraktan ihtiyacını alırken fazlasını doğaya sunar. Yiyecek, kömür ve gübre olarak.

Yediğimiz meyveler, sebzeler ve diğer yiyecek kaynakları doğanın bizlere armağanıdır ama biz insanlar buna ne kadar değer verebiliyoruz?

Temiz su kaynaklarını hızlı bir biçimde tüketiyoruz. Lağımlarımızı, göllere, nehir ve çaylara, denizlere göndererek doğaya ve kendimize nasıl ihanet ettiğimizin farkında bile değiliz!

Bir parça elektrik için Karadeniz’de dereleri kuruttuk! Dereler kuruyunca doğal yaşam kurudu. Bitkiler ve diğer canlılar susuz kaldı. Bitkiler kuruyunca toprak kendini tutamadı, heyelan olarak üzerimize geldi!

Doğanın dengesini o kadar bozduk ki mevsimler değişti. Yağmurlar sele, rüzgarlar fırtınaya dönüştü. Kuraklıklar arttı.

Sanayi gazlarıyla oluşan sera etkisi sonucu dünyanın ısısının yükselmesi, Kutuplardaki buzulların çözülmesine ve azalmasına neden oldu.

Yetinmedik.

Doğanın sunduğu yiyeceklerle yetinmedik. Kişisel ve politik hırslarla, daha fazla kazanma ve sahip olma duygusunun tavan yapmasıyla, yiyecekleri daha fazla ve hızlı üretmenin yollarını bulduk. DNA’ları ile oynadık. Hormonla besledik. Daha çok kazandık.

Bu tür doğal olmayan yöntemlerle üretilen yiyeceklerin ne kadar sağlıklı olduğunu, bizlere uygun bir şekilde anlatılmadığından bilmiyoruz. Ancak, olumsuz belirtilerinin çok sürmeden ortaya çıkacağından da eminim.

Şöyle hep birlikte düşünelim.

Ülke, 1980 yıllarına kadar “dünyanın tahıl ambarı” olarak anılıyordu! Şimdi dışarıdan tahıl alıyoruz.

Hayvan fazlamız vardı. Et ucuzdu. Satamayan sürü sahipleri kaçak yolla sürüleri Suriye, Irak ve İran’a götürüp satmaya çalışıyordu. Et yiyebiliyorduk, sadeyağ ve diğer hayvan ürünlerini rahatça alabiliyorduk, mutluyduk. Ne oldu da 1980 ve sonrasında tahıl üretimi bu kadar düş(ürül)dü! Ne oldu da hayvan sayısı azaldı. Dışarından et alıyoruz, hem de ne olduklarını bilmeden!

Pirinç, bakliyat ve diğer gıda malzemeleri de aynı sonucu yaşıyorlar.

Topraklarımız tüm nüfusa yetecek kadar gıda ürününü üretebilecek kapasitedeyken neden üretmiyoruz?

Topraklarımızın ölçüsü değişmedi!

Tarımsal üretim araçları gelişti ve tarım daha da kolaylaştı.

Ama üretilmiyor!

Üreticiler, üretim maliyetinden yakınıyorlar.

Özel yat sahipleri kendilerine getirilen Özel Tüketim Vergisi(ÖTV) muafiyeti nedeniyle mazotu yaklaşık 1,50 TL ye alırken çiftçi bu indirimden yararlanamıyor. (Deniz ve hava taşımacılığı için de durum aynı olduğu için kara taşımacılığı ölüyor.)

Diğer yanda yüksek vergi nedeniyle üretim maliyetlerini arttıran gübre var. Üzerine bir de, şiddetli rüzgar, fırtına, don, sel gibi doğal olaylar geldiğinde çiftçinin ölüm fermanı imzalanmış oluyor!

Ama çiftçiyi zaman zaman zarara uğratan doğa olaylarının da faili, doğaya gereken saygıyı göstermeyen insandır!

Deprem bir doğa olayıdır, her zaman da karşımızda risk olarak duracaktır. Depremlerde ölen insanları öldüren deprem değil, dayanıklı ve şartnamelere uygun üretilmeyen çürük yapılardır.

Sel ve toprak kaymaları gibi doğal olaylar ise, bizlerin doğaya verdiği zararların ürünleridir.

Para kazanma/sahip olma hırsının sınır tanımaz özellikleri nedeniyle, gerekli ve zorunlu özen gösterilmeden kullanılan/tüketilen doğa, felaketleriyle bizlerden intikamını almaktadır.

Günümüzde nüfusun neredeyse % 90’ının yaşadığı il ve ilçelerde doğal gıda bulmak imkânsız hale gelmiş. Doğal/Organik ürün olarak sunulan gıdaların fiyatları da el yakıyor!

Doğadaki yaşamın döngüsü içerisinde % 30’dan fazla paya sahip olan arıların her geçen gün azaldıklarını belki çoğumuz bilmiyoruz. Gerek yanlış zirai ilaç kullanımından gerekse bal üreticilerinin para hırsı nedeniyle üretim gittikçe düşmekte, arılar azalmaktadır.

Einstein, “Bal arılarının yok olmasıyla insanlığın da öleceğini” vurgulaması, konunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamak içindi.

Elbette insanlık devam edecek, belki evrimleşerek ama çokça da acı çekerek yoluna devam edecektir. Bal arılarının ölmesi sonucu üretim/dölleme yapamayacak birçok ağaç, bitki ve gıdasal ürünler yok olacak, insan açlığa sürüklenecektir.

Hepimiz bir miktar suçlu olsak da asıl suçlular para hırsı ve sahiplenmenin dayanılmaz çekiciliği ile yoğrulmuş kapitalistlerdir.

Bütün bu sorunların basit bir çözümü vardır.

Doğanın bizden beklediği saygıyı göstermek ve göstertmek…

***

Başta ülkem insanları olmak üzere, tüm dünya insanları ve insanlık için, önümüzdeki yıl ve yılların, Barış, huzur, güvenlik ve sağlık dolu olarak yaşanması dileği ile nice yıllara…