Cumhuriyet tarihinin belki de en kapsamlı itirazı/isyanı/hayırı olan “gezi olaylarının” sadece varolanı değil, geleceği de toplumsal algı ve değerlendirmelerimizi de etkileyeceği herkesin kabul ettiği bir sonuç.

Siyasetin yeniden üretilmesi, kardeşlik, özgürlük gibi kavramların yeniden harmanlanması, gençlik, kadın, kürtler, aleviler gibi toplumsal kategorilerin gezi üstünden yenilenmesi gibi konular son 7-8 ayımıza damgasını vurdu.

Bunlarla beraber bir kavramda sıkça kullanıldı bu süreçte: “yalan”.

Nazi dönemi propaganda bakanı olan Goebbels’in kavramsallaştırdığı ve Nazi ideolojisinin ayrılmaz bir parçası haline getirdiği yalan, gezi sürecinin de belirleyicisi oldu.

Bu topraklarda yaşayanlara baktığımızda Goebbels’in halef ve seleflerini görmek elbet mümkün.

1915’de Ermeniler kendi kendini tehcir ederek öldü, Dersim’de bir avuç şaki vardı, 6-7 Eylül’ de Atatürk’ün Selanik’teki evi bombalandı, Maraş’ta sol örgütler kendileriyle çatıştı, Madımak’ta oteli yakan vatandaşlarımıza (şükür) bir şey olmadı, kaçarken vuruldu, hücrede kendini astı, intihar etti, biz gözaltına almadık, vb…

Devletin, muktedirlerin, polisin alışık olduğumuz bildik dili ve davranışı.

Bu dil, son zamanlarda özellikle Gezi’den sonra daha bir değişik olmaya başladı. Her şeyde ve her yerde olduğu gibi buraya da bir Erdoğan ayarı geldi.

Evvela canlı olan her şeyin Erdoğan’a ait olduğunu öğrendik: benim milletim, benim bakanım, benim milletvekilim, benim polisim.

Yetmedi, 3-5 ay sonra görevden alacağı, kendi polisine destan yazdırdı. Destan yazmanın can almak anlamına da geldiğini öğrendik.

Yetmedi, 3-5 ağaç dedi. Yerine milyarlarca fidan diktik dedi. Milyarlarca fidanın dikmek için harcanan zaman hesaplanınca miladi takvime göre 2080’li yıllarda olduğumuzu öğrendik.

Yetmedi, 3-5 çapulcu olduğumuzu öğrendik. Onurla taşıdık çapulculuğu.

Ne demişti, ustaların ustası Goebbels: “küçük yalanlar unutulur, büyük yalanlara inanılır”

Olmadı bu sefer tutmadı.

Gerçi biz de ustalık devri yaşıyoruz.

Belki, ayakkabı kutuları bozdu bu inandırıcılığı, belki “Ergenekon yargılamaları başlangıcında “benim savcım, kefilim” dediklerinin kendisine yönelen okunu görünce palas pandıras görevden alınması bozdu ya da “benim bakanım”ların evlatlarının destelediği dolar ve avroların görüntüleri.

Bilemiyoruz doğrusu…

Oysa bekliyorduk camide içki içilmesinin ve grup seks yapılmasının görüntülerini, “benim başörtülü bacımın” üzerleri çıplak, bir takım garip adamlar tarafından taciz edildiği, hatta başörtüsünün çıkarıldığı, hatta -affınıza sığınarak- üzerine işendiği görüntüleri bekledik durduk, haftalarca aylarca.

Görüntüler gelmedi bir türlü…

Mezkur caminin müezzini görevden alındı ama görüntüler gelmedi bir türlü.

Sonra “benim başörtülü bacım” ile ilgili görüntüler geldi ama ortada iddia edilen suç ya da saldırıların hiç biri yok. Zaten ortada suçlu da yok.

Bu görüntüler siyasi hayatımızın son günlerdeki en nefis lafı ile karşılandı: “paralel devlet”.

Peki tamam “paralel devlet” le bir çatışman var. Ama görüntülere ne diyeceksin demeye kalmadı Haliç üstünden küffara karşı höykürdü: “adli tıp raporunu ne yapacaksınız, nereye koyacaksınız”.

50 küsur yaşındayım, bu yazıyı okuyanlar arasında yaşı benden büyük olanlarda vardır muhakkak. Adli tıp raporunun medyaya, halka tevdi edildiğini ilk kez şahit oldum.

Benim bildiğim, adli tıp raporları soruşturma ve yargılama sürecinde değerlendirilen raporlardır. “Sakla bakalım” diye kimseye verilmez ya da sorulmaz.

Ama bizim aklımızda kalan kimi adli rapor uygulamaları var tabi ki.

Raporlardan önce görüntüler.

Başbakan’ın “önümüzdeki Cuma” açıklayacağı görüntülerin yerine Ali İsmail Korkmaz’ın öldürülme görüntüleri geldi önümüze.

Sopalarla dövüldüğü, “vurmayın öleceğim” dediği görüntüler.

Sonra Mehmet Ayvalıtaş’a göz göre göre çarpan arabanın görüntüleri.

Sonra Ethem Sarısülük’ün polis tarafından nişan alınarak katledildiği görüntüler.

Ve tabii ki bunların adli tıp raporları…

Katiller elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor acaba bu ölümlerin raporları nerededir Sayın Başbakan? Yoksa bizim bilmediğimiz, görmediğimiz bir yerlere mi konuyor bu raporlar? Yoksa “yargıya karışmayız” deyip bizi de gülmekten öldürmek mi istiyorsunuz?

Goebbels’in “mevkidaşı” ülkemizde var mı? Bilmiyorum. Ama şimdi fark ettim, titrini eksik yazmışım. Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı imiş Goebbels. Halkı yalanla aydınlatanların sonunun ne olduğunu resmi, gayri resmi bütün tarihçiler yazıyor.

Bildiğimiz ve çok kullandığımız atasözü ile söylersek “yalancının mumu yatsıya kadar yanar”.

Hala “adli tıp raporlarını nereye koyacağımızı” soruyorsanız, kalbimize Sayın Başbakan kalbimize. Tıpkı Ali İsmail, Ethem, Mehmet, Medeni, Abdullah ve Ahmet kardeşimizi kalbimiz de sarıp sarmaladığımız gibi.

Ya da Ece Ayhan’ın dediği gibi:

“Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine’dir” koyduğumuz yer.

Siz istediğiniz yere koyabilirsiniz…