“Sallandıracaksın şöyle birkaçını, bak bir daha yapan olur mu!”

Kahve sohbetlerinde, hanım günlerinde, takside, minibüste, otobüste, çarşıda, pazarda, sokakta, halkın nabzını tutma iddialı televizyon programlarında, seçim meydanlarında; suç ve cezanın tartışıldığı, halkımızın suça, suçluya tepkisini dile getirdiği her yerde duyduğumuz bir cümledir bu. Her duyduğumda kanımı donduran, gözüme yaşlar üşüştüren, kime kızacağımı bilemeden çaresizlik içinde yumruklarımı sıkıp donup kaldığım bir cümle. Yaşamı hiçe saymanın, ölümü kutsamanın, yok etmekten medet ummanın, devlette insan öldürme hakkı görmenin özeti olan o korkunç söz dizisi...

Son yıllarda bu ülkede hukuk, insan ve yaşam için siyasiler eliyle gerçekleştirilmiş en önemli ileri adımlardan biri olan ölüm cezasının kaldırılması, geçtiğimiz günlerde yeniden tartışma gündemine taşındı. Hepimizi dehşet içinde bırakan çocuklara yönelik korkunç cinayetlerin ard arda gelmesinin toplumda yarattığı çaresiz öfke, halkı “katillere ölüm!” psikolojisine sürükledi. Doğaldır, çünkü insanın ilk ve en ilkel tepkisi canını sıkan ya da korktuğu şeyi yok etmektir. Müziç sineği öldürmekle başlayan bu davranış insanı, giderek de bütün bir kavmi yok etmeye, jenoside kadar varır. Toplum kuralları, yasalar, hukuk, büyük ölçüde bu gemlenemez ilkel tepkileri zaptı rapt altına alabilmek; düzeni hukuk kuralları içinde sağlamak, öte yandan da statükoyu korumak için konmuştur.

Suç kabul edilen fiiller ve cezaları ceza yasalarında yer alır. Ölüm cezası, cezalar arasında meşruiyeti en tartışmalı olandır. Hem ahlaki hem de hukuki yönden tartışmalıdır. Hukuki yönden bakacak olursanız, ölüm cezasının telafisi, tazmini, affedersiniz yanlış olmuş’u yoktur. Felsefi-ahlaki açıdan ise devletin veya topluluğun, bir canı hesaplı kitaplı, mahkemeli duruşmalı şekilde yok etmesi anlamına gelir ki hangi “ama”nın ardına sığınılırsa sığınılsın vicdanı rahatlatmaktan uzaktır ve ilkellikle malûldur. Üstüne üstlük, konuya ilişkin istatistikler ve araştırmalar, tarih boyunca ölüm cezasının hiçbir yerde ve hiçbir dönemde caydırıcı etkisi olmadığını göstermiştir. Özetle, sonuçları itibariyle idam bir ceza değil toplumun ilkel tepkilerini soğutmaya ve yok etme ihtiyacını tatmine yönelik bir öç alma eylemidir. Osmanlı’dan bu yana, toplumumuzun yakından tanıdığı ve acıları hiç unutulmayan siyasal idamlar ise, baskıcı, diktatoryal, faşist rejimlerin, otoriter yönetimlerin ve kan kültürüne yenilmiş toplumların zulüm yöntemlerinin doruk noktasıdır ve meşruiyetlerinin tartışılmasını bile hak etmeyecek kadar vahimdir

Buna rağmen 21. yüzyılda hâlâ pek çok ülkede -bir bölümünde fiilen uygulanmasa da- idam cezası yasalarda yer alıyor. Bu konu ne zaman açılsa örnek gösterilen ABD’de olduğu gibi, Çin’de, sosyalist Küba’da da olduğu gibi... Çünkü insanlık, suçun kaynaklarını kurutamadığından suçla baş etmekte hâlâ çaresiz durumda. Çünkü teknolojik-ekonomik ilerleme insani-vicdani ilerlemenin önüne geçti ve insani-etik değerlerin gelişmesini de çoğu zaman engelliyor. Çünkü egemenler iktidarlarını koruyabilmek ve kitlelerin çaresizlikten doğan tepkilerini bastırabilmek için ölüm cezasına muhtaçlar. Sadece devletler değil, ideolojik yapılar ve kimi örgütler de....

Türkiye gibi, kan ve intikam kültürünün köklü olduğu; bir yandan biat ve itaat kültürü, öte yandan despotik devletin etkisi altında ezilmiş kitlelerin ölmeyi öldürmeyi meşru gördüğü, eril savaş kültürünün kutsandığı ve değer sayıldığı, törenin ve namusun kan ve ölüm üzerine kurulduğu, siyasi karşıtlıkların ve mücadelelerin diyalog ve uzlaşma yerine yok etme ve ezme yöntemiyle yürütüldüğü bu ülkede ölüm cezasının kaldırılması, siyasetçilerin pek dar olan sevap hanesine yazılabilecek en önemli ve cesur adımlardan biriyken, gelin görün ki, konu yeniden, hem de idam cezasının kaldırılmasında imzası olanlardan bazılarının da ön ayak olmasıyla yeniden tartışılıyor.

2007 seçimlerinde Devlet Bahçeli seçim nutukları attığı meydanda yağlı urgan sallayarak, idamı geri getireceklerini vaad ederek seçmenlerden oy toplamaya çalışıyordu. Yıl 2011, Bahçeli’nin MHP’si yine aynı talebi dile getiriyor ve Büyük Birlik Partisi, taleple yetinmeyip idam cezasının geri gelmesi için milyonlarca imza hedefli bir kampanya başlatıyor. Yetmedi, konu televizyonlarda tartışılıyor; bazı önemli medya kuruluşlarının internet siteleri bu konuda mini referandum niteliğinde anketler düzenliyor. Televizyon programlarından birinde, hani şu bacaklarını gere gere oturup hava atan  Osmanlı hayranı erkek sunuculardan biri, “idam tabii geri gelmeli, o da yetmez dayak da geri gelmeli”, diyor homurtuyla. Bu eril, ilkel, faşizan muhabbete bir de bakıyoruz ki Burhan Kuzu da katılıyor. “Ben zaten idam cezasını hep savundum” diyor pervasızca; pervasızca çünkü Burhan Kuzu aynı lafı söyleyen bizim kahveci Mahmut değil, oğlu Doğu’da şehit düşmüş Hanife teyze değil, TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı ve de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, 12 Eylül gecesi “Sayın Burhan Kuzu, yeni anayasa çalışmalarına hemen başlayın” emrini verdiği zat. İktidarın anayasa yapımını kendisine tevdi ettiği kişi yani...

2011 Türkiyesi’nde Anayasa Komisyonu’nun başındaki kişi idam cezasından yanaysa ve böyle olduğunu neredeyse övünerek açıklayabiliyorsa; bu açıklaması karşısında partisi onu görevden hemen almıyor, ya da en azından açıkça uyarmıyorsa; bu zatın öncülüğünde yürüyecek çalışmalar sonucunda, ortaçağ kafasının, zulüm ve kan ruhunun, otoriter muhafazakârlığın sindiği bir anayasadan başkasını beklemek abes. Ne alâkası var ölüm cezasıyla anayasanın diyebilirsiniz. Çok alâkası var. Çünkü idama karşı olmamak, idam fikri karşısında ürperti duymamak, isyan etmemek kişinin insana, hayata, topluma bakışını tümden etkiler. Empati yoksunu, insanın acısına karşı duyarsız, ilkel öç alma refleksinin esiri, ayrıca da idamın işe yaramadığı bilgisinden yoksun bir bakıştır bu. Kurban da olsa cellat da, insan insandır ve can alma yetkisi devletin hayattan gaspettiği, inananlar için de Tanrı’dan gaspettiği bir haktır, yani hak değildir.

AKP’li Anayasa Komisyonu başkanı eğer idam savunmasını seçim öncesinde seçmene hoş görünmek ve de oy toplamak için yapmışsa -tıpkı Bahçeli’nin yağlı urganla oy toplamaya çalışması gibi- bu daha da çirkin ve zararlı bir tutumdur. Çünkü siyasal liderlere düşen, kitlelerin ezilmişliklerinin sonucu olan ilkel öfkelerini ve içgüdü düzeyindeki eğilimlerini okşamak ve kışkırtmak değil, verdikleri örneklerle onları insani değerlere doğru bir adım öteye taşımaktır. Ne olursa olsun, hayatın ölüm üzerindeki üstünlüğünü anlatmaktır.

Referandumdan pek hoşlanan bu zihniyet bakarsınız yarın öbür gün idamı da referanduma sunmayı önerir. Şimdiden hatırlatalım: Temel haklar referanduma götürülemez ve yaşama hakkı temel hakların birincisi ve en tartışılmaz olanıdır. Galiba bunu bile hatırlatmak gerekiyor kimilerine.