Bir kaç günlüğüne İstanbul’a geliyorum. Ada yakın arkadaşım “Hırsız Saksağan”a emanet.

Denizin üstündeyiz. Motor azmanı, gemi ufağı, 70-80 otomobil, bir kaç yüz yolcu taşıyan tekneyle Tekirdağ yolundayız. Kaptan kaç yıllık tanıdık. Demir alıp palamar çözüldükten, ada gitgide uzaklaşmaya başladıktan sonra geldi yanıma çöktü. Harbiden lafa girdi:

- Gazetecim yarın ne olacak sence?

Yarın? Pazartesi. Haaaa, evet, özel yetkili mahkemeler kalkacak, yargıda yeni bir dönem  başlayacak, farklı bir dönemece girilecek. Onu soruyor besbelli.

- Valla belli artık. O özel yetkili mahkemeler, yargıçlarıyla, savcılarıyla normal yetkili mahkemelere dönüşecek. Ama ayrıntıları henüz bilmiyoruz. Hem bana kalırsa...

Önce anlamadan baktı, sonra suratını ekşitti:

- Yav gazetecim yeme beni. Özel etkili zamazingolara ne olmuş ki? Ben pazartesi ne olacak, onu soruyorum. Sen gazetecisin bilirsin yani...

Bu defa da ben kaptıramadım.

- Pazartesi? Haaaa sen maçı soruyorsun.  Oğlum yarını bekleme. Maç bu akşam oynanıyor. Bana sorarsan İspanya alır...

Şaşırdı ve samimiydi:

- Sen benimle kafa mı buluyorsun? O şampiyonada biz yokuz. Niye bakayım? Kim şampiyon olmuş, kim olamamış, bana mı düştü derdi?

Bu defa ben patladım:

- Ulan asıl sen benimle kafa buluyorsun. Özel yetkili mahkemeler değil, Avrupa Futbol Şampiyonası değil... Suriye’yi mi soruyorsun? Pazartesi için bir şey olmaz... Sonrasını bilemem...

Acıyarak güldü:

- Hani akşam olsa bu kafayı çekti galiba diyeceğim. Ben sana mahkeme ne olacak, onu soruyorum. Aziz Yıldırım tahliye mi, ceza mı yiyecek? Hüküm yerse Fenerbahçe şikeden hüküm yemiş mi olur? Sen bana bunu söyle...

Buyrun burdan yakın. Ülke gündemi demek ki buymuş...

Nedense Orhan Veli’nin nefis taşlaması düştü aklıma. Hani “Ne atom bombası / Ne Londra Konferansı /- Bir elinde ayna / Bir elinde cımbız / Umurunda mı dünya” dediği dizeler...

Benim yarım akıllı kaptan arkadaşımsa “Bir de gazeteci olacak, dünyadan haberi yok” dercesine bakıyor suratıma...

Sahiden dünyadan haberim yok mu acaba?

*    *    *

Tekirdağ’da indik. Bir kaç kilometre sonra Hasıraltı’nda mola verdim. Hem köfteci, hem kahvedir. Kahveyi beklerken sağımdaki, solumdaki ve arkamdaki masalara kulak “misafiri”yim. 

Hani siz anlatsanız ben okusam “Atıyorsunuz, abartıyorsunuz” derim. Üç masada konu tek: Varsa yoksa kararın açıklanacağı “Pazartesi duruşması”.

Arka masada biri her kelimeyi vurgulayıp katmerleyerek konuşuyor:

- Abicim Allah sizi inandırsın, Aziz Yıldırım’ın taraftara mektubunu okudum valla ağladım, ekmek kuran çarpsın ağladım abi...

Haydaaaa. Bunca yıldır yazarım, nice firaklı yazılar döktürmeye çabaladım ama tek bir okuru bile ağlatabildiğimi sanmıyorum. Fenerbahçe Başkanı, NATO müteahhidi Aziz Yıldırım bir mektup döşenmiş, Tekirdağ’da gözyaşları sel olmuş...

Yuf olsun bana...

*    *    *

Silivri sonrasında Selimiye’ye yakın benzin ikmali yapacağım. Depo doldu. Pompacı delikanlı “Abi yıkama bedava. İstersen gir, sıra da yok” dedi.  “İstanbul’a, Marmara Adası’nın tozu toprağıyla girmeyelim” dedim. Benim külüstür yıkanıyor. Hem pompacı delikanlı, hem otomatik yıkama aygıtına bakan delikanlı yanıma yanaştılar.

Önce bir tanışma cümlesi:

- Arabada basın presi yazıyor abi. Gazeteci misin?

- Evet...

Ardından kestirmeden konuya girildi:

- Abi bir şey soracağım. Raaakibin (öyle söylüyor) oynayacağı takıma teşvik vermek neden yasak?

Anlamadım, boş boş baktım. O açıkladı:

- Aziz Yıldırım başkana yükledikleri bir suç da o ya abi. Trabzon’un raaakibine teşvik parası vermiş, iyi oynasınlar, yenilmesinler diye. Bu niye suç abi? Teşvik serbest olsun. Küçük takımların kasasına biraz para girsin. Fena mı abi?

Ne cevap versem acaba?

Bereket araba yıkandı. Kurulamayı beklemeden binip tüydüm...

*    *    *

Yol boyu kendi kendime soruyorum:

“Acaba Tayyip Erdoğan, ‘Suriye fatihi’ olmak gibi çılgın bir sevdaya kapılıp savaş başlatır mı; ÖYM’lerin kalkmasının demokrasiye yararı mı olacak, zararı mı; Leyla Zana saf hatta çocuksu (=naiv) bir düşünceye mi kapıldı, yoksa bilmediğimiz başka gelişmeler mi var” gibi sorulara cevap arayan ben (“Biz” desem yanılır mıyım?) saçmalıyor muyum?

Yoksa emperyalist güçler benim bilincimi bulandırmak için denizin üstünde, köfteci-kahveci dükkanında ve benzincide ajanlarını mı görevlendirdiler?

Kafam çok karışık. İstanbul’a daha 30-40 kilometre var. İnşaallah bu kafayla bir kaza yapmadan eve varırım...